2012'DEN SONRA NELER OLACAK ?


2012'DEN SONRA NELER OLACAK ?

2012 kıyamet yılı olmayacak, insanların uyanacağı yıl olacak.
2012 yılının ardından herkes neler yaşanacağını merak ediyor. İslam hızla yayılacak mı? Hz. Mehdi ve Hz. İsa ne zaman çıkacak? Tüm dünyada olaylar tam anlamıyla Mehdiyetin etrafında dönüyor. Mehdiyet çok hızlı ilerliyor, aynı zamanda çok ortada ama bir o kadar da gizli ilerliyor. Fark edilmesi oldukça zor. Ama şu anda Ortadoğu’daki rejimlerin bir bir yıkılması Mehdiyet yüzünden gerçekleşiyor. Bütün rejimler yıkıldıktan sonra Oratadoğu’da öyle bir karmaşa, öyle yoğun bir baskı olacak ki insanlar bir çıkış yolu arayacaklar ve bir kurtarıcı arayacaklar. Ve sonunda da peygamberimizin yüzyıllar önce bahsettiği Hz. Mehdi’ye bağlanacaklar. Çünkü tek kurtuluşun Hz. Mehdi’ye bağlanmak olduğunu anlayacaklar.

2012 yılının ardından neler olacağına gelince, Müslümanlarda müthiş bir atak olacak, ve hamiyet-i İslamiye feveran edecek. 2012’den sonra İslam’da, Müslümanlarda müthiş bir atak, Mehdi’nin üstündeki baskı da müthiş şiddetlenecek, Mehdiyet ve Mehdi cemaatine yönelik şiddetli baskılar olacak. “Hamiyet-i İslamiye feveran edecek” diyor peygamberimiz. Ama Müslümanlıkta da muazzam bir gelişme başlayacak. Hem materyalizm şiddetle çökmeye, dünya çapında çökmeye devam edecek. Bir de Allah Hadi ismiyle tecelli edecek. Artık insanların aklı açılacak, ruhları açılacak.

İnsanların üzerinde bir kabuk var şu an. Yani kabuk gibi bağladı şeytan birçok insanın üstünü. Şeytan mağlup olacak ve insanların üzerinden çekilmeye başlayacak. İnsanlara basiret, feraset gelecek. Allah insanlara Hadi ismiyle tecelli edecek, Mehdi geldiği için. Hadi ismiyle tecelli etti mi hidayet nurları yayılıyor. İnsanlar kitleler halinde iman etmeye başlıyorlar. On bin kişi, yüz bin kişi mesela bir milyon insan bile hidayete gark oluyor Allah tarafından. Kuran’da da Allah bu yüzyılda Allah’ın izniyle karşılaşacağımız muhteşem olayı şöyle bildiriyor:

Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman,
Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,
Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr Suresi, 1-3)
 

VAR MISINIZ CUMHURİYET'İN iLANINA SADIK KALMAYA !



  VAR MISINIZ CUMHURİYET'İN iLANINA SADIK KALMAYA !
Bugün Cumhuriyet Bayramı.Cumhuriyetin ilan edilişinin 89. yıldönümü. Burda mutabık mıyız?
Bayramı provoke etmek isteyen CHP'lilere de, Atatürkçü Düşünce Derneği yö­neticilerinin açıklamalarına da baktığımızda, 89. yıl kutlamasının altı çizildiğine göre, mutabıkız.
"89'un ne önemi var" demeyin.
Şu önemi var..
CHPve ADD'nin sahip çıktığı Cumhuriyet, 89 yıl önce ilan edilen Cumhuriyet mi? Yoksa başka Cumhuriyet mi?
89 yıl önce, Cumhuriyet'in ilan edilişi ile ilgili düzenlemenin aslına bakacağız, ona göre CHP ve ADD'nin hangi Cumhuriyet'e bağlı olduğunu anlayacağız.
Önce, 29 Ekim 1923'te kabul edilen yasanın, Resmi Gazete'de yayınlanmış or­jinal şeklini aktaralım..
"Aktaralım" diyoruz ama..
Aktaramıyoruz.
Niye?
Çünkü orjinal metin, Osmanlıca..
Evet, yanlış okumuyorsunuz. Cumhuriyet'in ilan edildiği tarihteki Resmi Gaze­te'miz, Osmanlıca yayınlanıyor. Onun için de, orjinal metni, buraya aktarma imkanımız yok.
O zaman ne yapalım?
Alfabe devrimi(!)nden sonra bu kanunun Latin harflerine çevrilmiş resmi yazılışı­nı aktaralım.
Ama şu notu da koyalım: "CHP'liler.. ADD'ciler.. 89 yıl önce ilan edilen Cumhuri­yet'e bağlılık konusunda samimi iseler.. O cumhuriyetin ilan edildiği Osmanlıca harflere de sadık kalsınlar."
Cumhuriyet'i ilan ettiğimizde kullandığımız Osmanlıcayı "Tu kaka" ilan ettiler.
Bir de utanmadan, Cumhuriyet'e sahip çıktıklarını iddia ediyorlar..!
Sorun, sadece Osmanlıca-Latin harfleri değişikliğinde değil.
Osmanlıcasını veremediğimiz kanunun, Latin harfleri ile yazılışını aktaralım, ba­kalım o Cumhuriyet'e, CHP'liler, ADD'ciler sahip çıkar mı hiç?
"BİRİNCİ MADDE-Hakimiyet bilakaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mu­kadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir.
İKİNCİ MADDE- Türkiye Devletinin dini, dini İslamdır. Resmi Lisanı Türkçedir."
Aaa.. Bu da nerden çıktı şimdi?
Türkiye Devleti'nin dini, "Din-i İslam" mıymış?
Yok canım?!.
Böyle bir madde mi var, Cumhuriyet'in ilan metninde?
Var; benim şapşal CHP'lilerim, var.
Var; benim uyanık ADD'lilerim, var!
O güne kadar yürürlükte olan 1921 Anayasası'nda olmayan bir madde bu.
Cumhuriyet'e geçiliyor ama..
Cumhuriyet'in, İslam dinine bağlı bir cumhuriyet olduğu da ilan ediliyor.
Anayasaya bu yönde özel bir madde konuluyor.
Daha önce olmayan bir madde, cumhuriyetin ilanı ile ilgili anayasa değşikliği için­de kabul ediliyor.
Haydi bakalım CHP'li abilerim, buyrun sahip çıkın bu anayasa değişikliğine..
Haydi, verin bir teklif, "89 yıl önce, meclisin kabul ettiği Cumhuriyet'in ilan ediliş yasasını, aynen yeniden kabul edelim" deyin.
Deyin de, samimiyetinizi görelim..
Dün, Dersimli Kemal abimiz açıklama yapmış, "Günümüzün iktidarı da, cumhu­riyeti içine sindiremeyenler de gecelerini gündüzlerine katarak Cumhuriyet'in kazanımlarını ortadan kaldırmaya, yasaklarla Cumhuriyet kutlamalarını engelle­meye çalışıyorlar. Bu konuda sinsi sinsi girişimlerini sürdürüyorlar" demiş..
Haydi bakalım, Cumhuriyet'in kazanımlarına sahip çık Dersimli Kemal abi..
Cumhuriyet'in ilanı ile birlikte anayasaya giren,. "Türkiye devletinin dini, dini İs­lamdır" hükmünün, yeniden anayasaya konulmasını iste!.
İste de; öğrenelim kimmiş, "sinsi sinsi girişimlerde bulunanlar"!
Haydi göreyim sizi..
Haydi Tansel abla..
Bir izahat getir şu "Türkiye devletinin dini, dini İslamdır" maddesine..
Bugün Birinci Meclis önünde toplanıp, basın açıklaması yapacaksınız ya..
Açıklamanın bir yerine sıkıştırıver, "Cumhuriyetin kurucu ilkeleri nedir; çağdaş­lık, laiklik, demokratik cumhuriyet" açıklamandaki Cumhuriyet'in, hangi cumhu­riyet olduğunu?
Öyle ya.
89 yıl önce ilan edilen Cumhuriyet'in kanun numarası 364.. Kanunun ismi, "Teş­kilatı Esasiye kanunun bazı mevaddının tavzihan tadiline dair kanun."
Ve ikinci maddesi de, "Türkiye devletinin dini, dini İslamdır" diyor.
Sen çağdaşlığı nerden çıkardın?
Laikliği nerden çıkardın?
Söyle Tansel abla.. Söyle de bilelim..

Ali Karahasanoğlu
 

BU ÇEŞMEDEN SU iÇMEK MÜSLÜMANA HARAMDIR !


  BU ÇEŞMEDEN SU İÇMEK MÜSLÜMANA HARAMDIR !


Vaktiyle Bursa' da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:

“Her kula helal, Müslüman'a haram!..”

Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

Gitmişler kadıya şikayete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslam, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman'a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam:

- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış:

- “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:

- “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam:

- “Bir tek Sultan'a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan'a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:

- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helal,Müslüman'a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur:

- “Delilim vardır, lakin ispat ister.”

- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..”

- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”

- “Eeee?!..”-

“Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:

- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan'a teşekkürler, hediyeler

- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:

- “Bitti mi?..” demiş adama.

- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.

- “Şimdi nedir isteğin?..”

- “Efendim, payitahtımız Bursa'nın en sevilen, alimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve . Bir ALLAH'ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelam etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.Halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca alim için:

- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”

- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!..”

- “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…”

- “Sorma, sorma…”

Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:

- “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam:

- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:

- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helal edilir mi?..”

Sultan acı acı tebessüm etmiş:

- “Hava bile haram, hava bile!..” demiş..'''

 

TARiHiN EN iBRETLiK OLAYLARDAN BiRi ; TiTANiK


 Tarihin en ibretlik olaylarından biri: Titanik
Bu dev gemiye binen binlerce insan denizin ortasında kurtulmak için herşeylerini verirdi...
Titanik gerçekten de çok ibretlik bir olay. Bu dev gemi gerçekten de çok büyük hayallerle suya indirildi ve tam 1517 yolcuya mezar oldu. O gün büyük bir heyecanla biletini alıp bu dev gemiye, elmaslarını takarak, kürklerini  ve smokinlerini giyerek binen zengin insanlar bu geminin onlara mezar olacağını hiç düşünmediler. Oysa bu dev gemi denize açılırken tarihin en ibretlik olaylarından, en unutulmayacak olaylarından biri yaşanacaktı...


Titanik'in batması gerçekten de çok ibretlik bir olaydır, ilgili videoyu bu linkten seyredebilirsiniz:
http://www.youtube.com/watch?v=Vi5xWAUq-GI

Önce Titanik’den kısaca bahsedelim:

2229 yolcudan 1517'si gemi buz dağına çarptıktan sonra buz gibi soğuk suda donarak öldü.

1910 yılında White Star Line şirketi, bastırdığı broşürlerle "batması imkansız" bir transatlantiğin reklamını yapıyordu.

Her şeyiyle "en büyük", "en ihtişamlı" ve "en güçlü" olması planlanandı.

269 metre uzunluğunda, 28 metre genişliğinde, 46.328 ton ağırlığındaki bu dev denize indirildi...

Bütün bu ihtişamıyla Titanic tam 3.547 kişiyi taşıyabilecek bir gemiydi.

Normalde 3 bacalı olarak tasarlanan gemiye "daha etkileyici görünsün" diye, 4. bir baca daha eklenmişti.

Bu devasa transatlantiğin ilk seferine katılmak için milyonerler, siyasetçiler, aktör ve aktrisler sıraya girmişlerdi.

Yolcuğunun henüz başında, Southampton limanını terkederken Titanic bir tehlike atlatmış ve New York gemisiyle çarpışmaktan son anda kurtulmuştu.

10 Nisan 1912 günü tarihi yolculuk başladı... Titanic'in ikinci durağı Fransa oldu. Buradan aldığı yolcularla gemi toplam 2.240 kişiyle New York'a doğru yola çıktı.

14 Nisan gecesi sıcaklık neredeyse 0 dereceye kadar düşmüştü. Kaptan Smith, telsizle gelen buzdağı uyarılarını dikkate alıp, geminin rotasını biraz daha güneye çekmişti.

Gökyüzü son derece açıktı, ancak ay yoktu. Saat 11.40'da geminin iki gözcüsü köprüye telefonla "Buzdağı, tam önümüzde" mesajını ilettiğinde artık çok geçti...

Görevi Kaptan Smith'ten devralan İkinci Kaptan Murdoch, birçoklarına göre hatalı bir karar vererek gemiyi döndürdü ve buzdağı Titanic'e daha sağlam olduğu söylenen burnu yerine, yandan çarpmış ve daha fazla hasar almıştır.

Titanic inşa edilirken 16 su geçirmez bölmeyle korunmuş ve bu bölmelerden 4'ü suyla dolsa bile batmayacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak buzdağının çarpmasıyla tam 6 bölme hasar görmüş ve gemi hızla suyla dolmaya başlamıştı.

Sadece dakikalar içerisinde geminin içerisindeki su 2.5 metre yüksekliğe ulaşmıştı. 12.27'de 65 kişi kapasitesi olan ilk kurtarma botu sadece 28 kişiyle suya indirildi. Titanic'te toplam 1.178 kişiyi taşıma kapasitesinde 20 kurtarma botu bulunmaktaydı.

Telsiz operatörleri sürekli yardım çağrıları gönderiyorlardı, ancak Titanic'e en yakın gemi olan Carpathia'nın enkaza varması 4 saat sürecekti. Köprüden, başka bir geminin ışıkları görülse de, bu esrarengiz gemi Titanic'le hiçbir şekilde iletişime geçmemiş, çağrılara yanıt vermemişti.

Saat 2.05'te geminin burnu tamamen sular içerisindeydi. 2.17'de suların yüksekliği güverteye kadar geldi. Geminin yapımında kullanılan malzemenin esneme özelliği olmaması, korkunç sonu hızlandırdı. Gövde içeri dolan sulara dayanamadı ve tam anlamıyla ikiye ayrıldı. Önce burun battı. Birkaç dakika sonra da arka kısmı saat 2.20'de sulara gömüldü.

Büyük bir dehşetin yaşandığı yaklaşık 2.5 saatlik sürenin sonunda gemi battı.

Sonuç olarak Titanik dünya hayatının geçiciliğin görülmesi açısından çok önemli bir olaydır. Bu hiç batmayacağı sanılan bu dev gemi 2.5  saat gibikısacık bir sürede batmış, içindeki zengin insanları da, malları, mülkleri, paraları, mücevherleri de okyanusun derinliklerine gömmüştür. Emin olun, o insanlar gemiye binerken hiç öleceklerini, böyle feci bir sonla karşılaşacaklarını ummuyorlardı. Gemiden sağ kurtulmak için sürekli dua ediyorlardı. Bu yüzden sizde ölümün çok yakın olduğunu sakın unutmayın, bir saniye sonra kendimizi Allah’ın karşısında hesap verirken bulabiliriz.

Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız." (Yunus Suresi, 22)

Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?(En'am Suresi, 32)
 

BAYRAGIMIZIN SiFRELERi !


İşte Bayrağımızın Gizli Kodları...
Araştırmacı tarihçi yazar Cezmi Yurtsever, Türk bayrağında yer alan hilal ve yıldızın ne anlama geldiğini yorumladı

Türk bayrağındaki hilal islamı, 5 köşeli ay-yıldız ise islamın 5 şartını temsil ediyor..

Araştırmacı tarihçi yazar Cezmi Yurtsever, Türk bayrağında yer alan hilalin 'İslam' anlamına geldiğini, bayrakta yer alan 5 köşeli ay-yıldızın da 'İslamın 5 şartı'nı simgelediğini savundu.

"BAYRAĞIN GİZLİ ŞİFRELERİNİN OLDUĞUNU ÖĞRENDİM"
İstanbul'a Osmanlı arşivlerini araştırmak için geldiğini ifade eden Yurtsever, "Topkapı Sarayı'na da uğradım. Topkapı Sarayı'nın 'Babı Hümayun' adı verilen birinci kapısının alın kısmında 'Ayyıldız' şekillerini gördüm. Bugünkü Türkiye Devleti bayrağının Osmanlı'dan miras kaldığı görüşlerini kanıtlayacak arşiv belgeleri, Topkapı Sarayı'nda bulunan bayraklar, nişanlar ve semboller üzerinde araştırmalarımı sürdürdüm. Günümüzde kullanılan Türkiye Devlet bayrağının anlamını tarihin derinliklerinden alan gizli şifreleri olduğunu öğrendim" dedi.

"HİLAL, İSLAM'DAKİ HİCRETİ TEMSİL EDER"
Yurtsever, Türk bayrağındaki hilalin çizimi ve gizli anlamı ile ilgili araştırmalar yaptığı esnada uzman hocaların çocukluk yıllarında Fatih Sultan Mehmet'e hilal şeklini çizmeyi öğrettiği bilgisine ulaştığını dile getirdi. 'Hilal, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret etmesi esnasında gökyüzünde ay ve hilal şekli vardır" diyen Yurtsever, açıklamasını da şöyle sürdürdü; "Osmanlı bayraklarındaki hilal şekli İslam'ı ve hicret olayını sembolize eder. Osmanlı'nın kullandığı 3 hilal şekilli bayrak İslamiyeti güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyaya yayma düşüncesinin karşılığıdır."

"YILDIZ, İSLAMIN 5 ŞARTINI TEMSİL EDİYOR"
Fatih Sultan Mehmet'in Çanakkale Boğazı'nın Gelibolu sahillerine yaptırdığı Kilitbahir Kalesi'nin 3 hilal şeklinde yapıldığına dikkat çeken Cezmi Yurtsever, "Osmanlı ve Türkiye bayraklarındaki hilal şekli Fatih Sultan Mehmet'in kalıcı kıldığı kutsal bir semboldür. Hilal, 'İslam' anlamına gelir. Bayraktaki 5 köşeli ayyıldız ise İslam'ın 5 şartı anlamında" ifadesini kullandı.

Türk bayrağındaki hilal ve ayyıldız simgelerinin tanzimat reformları döneminde Padişah Abdülmecit zamanında kabul edildiği hatırlatan Yurtsever, bayrağın al renkli olmasının ise 'Vatanı savunma uğruna cihat mücadelesi verme ve şehit olma' düşüncesinin karşılığı olduğunu da sözlerine ekledi...

NEDEN HİLAL..?
BAYRAĞIMIZIN ANLAMI
Türk Bayrağının rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz. Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez.

Bilindiği gibi, genellikle Hristiyan milletler bayraklarında Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir. Haç'ın anlamı;Hazreti İsa'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için onu sembol olarak alırlar. Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir? Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte Hilal'in gücü burda çıkmaktadır

. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Halbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur. Bu anlamı da "ALLAH (c.c.)" isminden almıştır. Bilindiği gibi Arapça aslında Hilal kelimesinde; 1 "He", 1 "Lam", 1 "Elif", ve yine 1 "Lam" harfleri bulumaktadır. Yani 1 "He", 1 "Elif" ve 2 tane "Lam" bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeride:

• "He

• "Lam"

• "Elif"

• "Lam"

• Toplam Olarak =99

ALLAH (c.c.) kelimeside yine bir "Elif", iki "Lam" ve bir "He" ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ebced hesabıyla toplandığında yine 99 rakamını verir. Her iki kelimede harfler değişmediği içinrakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilal yazarken ALLAH (c.c.) isminin harflerini kullanıyoruz. 99'da Esmaul Hüsna'yı temsil eder.Öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde Bayrak üzerine ALLAH (c.c.) yazacak yerde, aynı ismin eş değerlisi olan Hilal'i koymak hem anlamlı, hem inançlarımıza daha uygundur.Çünkü inancımıza göre, "ALLAH (c.c.)"ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış oluruz. Bu sakıncadan dolayı "ALLAH (c.c.)" ın zatı ve ismi tenzih edilerek, o ismin harf ve ebcedi bakımından eş değerlisi olan "Hilal" sembol yapılmıştır. Madem ki sembolik anlam taşıyacaktır o halde Hilal yazmaktansa Hilalin şeklini yapmak arasında hiç fark yoktur. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun, daha anlamlıdır. Böylece Hilal'in sembol olarak seçilmesinde şu mantık silsilesi görülmektedir:

ALLAH (c.c.) à Hilal (isim) à Hilal (şekil)

ALLAH(c.c.)'ın birliği (Tevhid) inancı ve bu inancın La ilahe İllallah (ALLAH(c.c.) tan başka Tanrı yoktur) formulüyle ifade edilen manası böylece Hilal şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur.

Bilindiği gibi bazı İslam ülkeleri bayrağında, özellikle Suudi Arabistan doğrudan doğruya Kelime-i Tevhid'i yazarak sembole gidilmeden bayrağına koymuştur.Ancak birtakım manaların sembol ile ifadesi, sözle ifadesinden daha derin ve anlamlıdır. Hilal'in kucağındaki Yıldız, Hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden alınmıştır.Ancak bu şekil yine Arapça "Muhammed" yazısının şeklidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin ismi yazıldığı zaman birinci "mim" in başı, "ha" harfinin dirseği, ikinci "mim" in kıvrımı ve "dal" harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam'ın şartları da beş tanedir. Hilal ALLAH (c.c.) inancını, yıldız Peygamber'e bağlılığı dile getirir.

ALLAH (c.c.) inancı, amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını, yıldız da İslam'ın şartlarını remz (sembol) olarak dile getirir ki, bayraktaki bu iki sembolle, ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.

Claude Farrere dilimize "Türklerin Manevi Gücü" adıyla çevrilen eserinde (s.36) Hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır: "En mükemmel gemiler, yarım ay şeklinde amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı. Evet yarım ay şeklinde.Ve hilal şekli gerçekten müslüman, gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!..." diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır. İstiklâl marşımızda, "Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal." "Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?" mısralarında bayrağın ve hilalin şahsına dile gelen hitap, aslında doğrudan doğruya ALLAH (c.c.)'a niyazdır. ALLAH (c.c.)'dan, artık bu millete rahmet ve merhametiyle nazar etmesi istenmektedir. Zaten "Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;" mısrasında bu dilek daha açık bir dille ortaya konmaktadır.
 

EVRiM TEORiSiNiN ASLA AÇIKLAYAMAYACAGI GERÇEKLER!


Evrim teorisinin asla açıklayamadığı gerçekler !

Evrim teorisi 21. yüzyıl bilimi sayesinde tamamen tarihe gömülmüştür.
Evrim teorisi insanın tek bir DNA molekülünde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak bilgi saklanmasını, tek bir proteinin oluşması için başka bir proteine ihtiyaç olmasını, milyarlarca yaratılışı ispat eden fosil varken, türlerin birbirlerinden evrimleştiklerini gösteren tek bir ara fosilin olmamasını açıklayamaz. Daha bunun gibi yüzlerce konuda evrimciler 21. Yüzyılın gelişen teknolojisi karşısında köşeye sıkışmışlardır. Bu yüzden yaratılışçılar dünya çapında evrim teorisinin yıkılışını ispate eden konferanslar düzenlerlerken, evrimciler köşelerine çekilmiş evrim teorisinin yıkılışını sessizce seyretmektedirler. Bilim adamı Lipson evrim teorisi ile ilgili şu gerçeği itiraf eder:

H. S. Lipson:  
Eğer canlılık atomların, doğa güçlerinin ve radyasyonun karşılıklı etkileşimleri sonucunda oluşmamışsa nasıl oluşmuştur? Sanırım tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu kabul etmeliyiz. Bundan ne kendim ne de fizikçiler hoşlanmamaktadır. Ancak eğer bir teoriyi bilimsel deliller destekliyorsa, o teoriyi sırf hoşlanmadığımız için reddedemeyiz. Aslında evrim bir anlamda bilimsel bir din haline geldi; hemen hemen bütün bilim adamları bunu kabul etti ve birçoğu onunla uyumlu olması için gözlemlerini eğip bükmeye hazırlandılar.

Evrim teorisinin yaşayan canlıların tüm özelliklerini sayabilme yeteneği beni daima teoriden kuşkulanmaya itmiştir (Örneğin zürafanın uzun boynu). Bu nedenle son 30 yıllık biyolojik araştırmaların Darwin'in teorisine uygun olup olmadığına baktım. Uygun olduğunu düşünmüyorum. Bana göre teori ayakta bile duramamaktadır.1

Şimdi evrim teorisinin açıklayamadığı birkaç önemli gerçeğe göz atalım:

1. Canlılardaki İndirgenemez Kompleks Yapılar Evrim Teorisine Meydan Okuyor

Evrim teorisinin iddialarını tümüyle geçersiz kılan indirgenemez komplekslik, evrimcilerin iddia ettikleri aşama aşama gelişimi imkansız hale getirir. Örneğin biraraya gelerek gözü oluşturan, gözyaşı bezi, retina, iris gibi organellerin aşamalarla teker teker oluşmaları mümkün değildir. Çünkü gözü oluşturan tüm parçalar eksiksiz olduğunda görme gerçekleşecektir. Biri eksik olsa organ işlevsiz olacağından evrime göre işlevsiz bir organın "doğal seleksiyona" uğrayarak yok olması gerekmektedir.

2. Evrim Teorisi, Canlılardaki Üstün Yaratılışı Açıklayamaz

Bir odaya girdiğinizde eğer masanın üzerindeki kağıdın üzerinde mürekkep lekesi görürseniz, mürekkep şişesinin bir şekilde kağıdın üzerine döküldüğünü ve orada rastgele bir şekil oluşturduğunu düşünürsünüz. Ancak eğer bu kağıdın üzerine mürekkeple yazılmış "BABANI ARA" diye bir not görürseniz, bu yazının kağıdın üzerinde rastgele oluşmadığını bilirsiniz. Notun sahibini görmeseniz bile, bunun bilinçli bir kişi tarafından yazılmış anlamlı ve amaçlı bir not olduğundan şüphe etmezsiniz. Veya, çok güzel bir tablo gördüğünüzde, ressamını görmemiş olsanız bile bu tablonun bilinçli bir kişinin eseri olduğunu bilirsiniz.

Boyaların yere dökülerek bu resmi rastgele oluşturduğunu hiçbir zaman düşünmezsiniz. Aynı gerçek canlılıktaki kusursuz düzen için de geçerlidir. Canlılardaki kusursuz ve olağanüstü düzen, onların tesadüflerin eseri olmadıklarını, bir anda var olduklarını açıkça göstermektedir. Evrim teorisi ise, bu gerçek karşısında çökmüştür. Canlılıktaki bu üstün düzenin sahibi alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

3. Farklı Canlı Türleri Nasıl Farklı DNA'lara Sahip Olmuşlardır?

Evrimciler, canlı türlerinin farklı genetik bilgilere sahip olmalarını mutasyonlara bağlarlar. Mutasyon DNA'da radyasyon ya da kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen değişikliklerdir. Oysa mutasyonlar DNA'ya ya zarar verir ya da üzerinde etkisiz olurlar.

Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Kalın bir dünya tarihi kitabının baştan sona bilgisayara yazılmasını isteyelim. Bu iş yapılırken, kitabı birkaç kez baştan yazdıralım ve her seferinde kitabı yazan kişiye arada tuşlara gözlerini kapatarak (tesadüfen) basmasını isteyelim. Bu yöntemle tarih kitabı gelişir mi? Örneğin daha önce kitapta var olmayan "Eski Mısır Tarihi" gibi bir bölüm oluşabilir mi? Elbette ki kitaba eklediğimiz harf hataları kitabı geliştirmez, aksine tahrip eder, anlamını bozar. Ama evrim teorisinin iddiası, "harf hatalarının bir kitabı geliştirdiği" yönündedir.

4. DNA'daki 25 Ciltlik Ansiklopedi Dolusu Bilgi Tesadüfen Ortaya Çıkamaz

İnsanın tek bir DNA molekülünde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak bilgi bulunmaktadır. Bu bilgilerin tamamı çok önemli bir sıralamaya sahiptir. Şimdi düşünün, milyonlarca harfi rastgele caddeye serpsek, serpilen bu harflerin hepsi bir makale haline dönüşse, sonra bu milyonlarca harf gazete sayfasındakiler gibi yazılar oluştursa, bunun kör bir tesadüf eseri olduğunu söylemek mümkün müdür? Elbette ki hayır. Ancak Darwinist anlayışa göre bu olağanüstü olayın tesadüfen gerçekleşmesi mümkündür.
 

AKILLI İNSAN MI, AKLINI iYi KULLANAN iNSAN OLMAK MI?


Akıllı insan mı, aklını iyi kullanan insan olmak mı?

Akıllı insan olaylara kendini kaptırmaz, dışarıdan izler.
Evet, ikisi arasında gerçekten de çok fark var. Akıllı olmak ayrı, aklını gerçekten tam gerektiği yerde doğru kullanmak çok ayrı. Zeka ve akıl ise birbirinden tamamen farklı. Çünkü öyle zeki insanlar var ki daha çok basit bir şeyi bile akletmekten aciz. Öyle insanlar da var ki, bakıyorsunuz gerçekten son derece akıllı. Olayların en karmaşık yönünü anından görebiliyor, bir olayın küçücük bir parçasından tüm kareyi birleştirebiliyor, sorunları anında çözebiliyor. Kendisinin akıllı olduğunu bildiği için de istediği yerde aklını kullanıp hayatına kolay bir şekilde devam edebiliyor.

Oysa insan ne kadar akıllı olursa olsun, ‘aklın iyi kullanılabilmesi’ de, en az ‘akıllı olmak’ kadar önemli bir konudur. Ancak bazı insanlar, bu detay gibi görünen, ama aslında çok önemli bir ahlak özelliği olan konunun tam olarak farkında değiller. Eğer insan, aklını nasıl kullanması gerektiği konusunda özel bir özen göstermezse, ortaya ‘düz akıl’ olarak tanımlanabilecek bir akıl şekli çıkar.Bu düz akılda kişiler, akıllarını gelişigüzel şekilde kullanırlar. Örneğin önemli bir şeyi fark ederler; bunu hemen dile getirirler. Bir riskle karşı karşıya olduklarını görürler; konuyu hemen deşifre ederler. Herkesin fark edemediği bir şeyi analiz eder ve bunu da hiç düşünmeden karşılarındaki kişiye aktarırlar. Tavırlarındaki bu düşünmeden hareket etme ve acelecilik ise, elbetteki ‘akıllarına ve teşhislerine olan güvenlerinden’ kaynaklanır.

Oysa ki akıl, tek başına ne kadar güzel bir erdem olursa olsun, yine de diğer güzel ahlak özellikleriyle birleştirilmesi gerekir. İnsanın sadece ‘doğruları, yanlışları’ görebilmesi, sorunların çözümlerini bulabilmesi, isabetli teşhisler yapabilmesi ‘güzel bir ahlak için’ yeterli değildir. Tüm bu tavırların her birinde, diğer insani özelliklerin de devreye girmesi; her konunun şefkatle, merhametle, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle halledilmesi hayati önem taşır. İşte insan ancak aklını bu özelliklere de önem vererek kullandığında gerçek anlamda ‘akıllı bir insan’ olarak nitelendirilebilir.

Akıllı bir insanın en önemli özelliklerinden bir diğeri ise, ‘her gördüğünü, her bildiğini, her teşhis ettiğini ve her doğruyu düşünmeksizin dile getirmemesidir. Akıllı insan, ‘ne zaman, nerede, ne şekilde konuşması gerektiğini en iyi bilen insan’ olmalıdır. Söylenecek her sözün, -ne kadar doğru ve önemli olsa da- insanlar üzerinde yapacağı etkiyi hesap edebilmelidir.

Örneğin çabuk telaşa kapılabilecek kişilikteki bir insanın yanında, ani ve riskli bir gelişmeyi sansasyonel şekilde dile getirmek, akıllı bir insanın yapmayacağı bir tavır olmalıdır. Ya da ani heyecan sonucunda, tansiyonu yükselip sağlık açısından problem yaşayabilecek birine, önemli bir haberin dümdüz bir üslupla haber verilmesi doğru değildir. Bu kişiyi en az heyecanlandıracak, en yatıştırıcı etkiyi yapacak sözlerin, birer birer özenle seçilip, konuşmanın bu akılcılıkla yapılması gerekir. Aynı şekilde, her ne kadar doğru da olsa, bir gerçeği olumsuzdan başlayarak konuşmanın, insanların kalbinde burkuntu oluşturabileceğini de tahmin etmek gerekir. Aynı gerçeği, olumlu yönlerini vurgulayarak dile getirmek, güzel ahlakın ve akılcılığın bir gereğidir. Bazen de, hemen herkesin gördüğü, ancak nezaket ve güzel ahlakın gereği olarak açıkça dile getirilmeyen bazı gerçekler olur. İşte aklını iyi kullanmayan kimi insanlar, bu gerçekleri sanki ilk kez kendileri keşfetmişçesine, hemen gündeme getirip konu ederler. Bu durumun farkında olan diğer insanların, hangi hikmetlerle bunları dile getirmediklerini ise hiç düşünmezler.

Oysa ki çoğu zaman, bazı şeyleri çözümlemenin yolu, bunları gelişigüzel üsluplarla açığa vurmak değildir. Bir konuyu hallederken, o konuya dahil olan tüm insanların psikolojilerinin ayrı ayrı gözden geçirilerek, her birine en olumlu etkiyi yapacak yaklaşımlar seçilerek hareket edilmelidir. Bazen bir konudaki sorunu dile getirmektense, bundan hiç bahsetmeyip doğrudan çözümün anlatılması çok daha yerinde olabilir. Ya da aynı eksikliklerin, kusurların ya da hataların sürekli gündem yapılmasındansa, bunların telafisi olacak tavırların teşvik edilmesi kişilere daha yapıcı bir bakış açısı getirebilir.

Bunun yanı sıra bir insanın konuşmasında geçen tek bir kelime bile karşı taraf üzerinde çok olumsuz etki oluşturabilir. Bazen güzel bir iltifatın ya da sevgi sözcüğünün arasında yer alan özensizce seçilmiş bir kelime dahi, iltifat edilen kişide, sevinç ve mutluluk yerine, şüphe ve tedirginlik oluşmasına yol açabilir. Dolayısıyla bir insan eğer akıllı ise, her sözünü, sahip olduğu aklın süzgecinden geçirip eleyerek konuşmalıdır. Her kelimenin, her vurgunun, her ses tonunun insanlar üzerinde nasıl etkileri olacağını hesap ederek ilerlemelidir.

Örneğin bir doktor, uzman olduğu konuda yaptığı teşhislerden de emindir. Ama bunu dile getirirken bu doktorun, muhatap olduğu hasta olan kişiye karşı belirli bir insaniyet, nezaket ve akılcılıkla yaklaşma sorumluluğu da vardır. Sözgelimi bu hasta kanser tedavisi görmektedir ve birkaç haftalık ömrü kalmış olabilir. Ama herkesin çok iyi bildiği gibi, bu gerçeği dile getirecek olan insanın, hastalığı teşhis edebilecek yeteneklerinin yanında, pek çok insani özelliğe de sahip olması ve hastaya durumunu, olabilecek en insaniyetli üslupla aktarması gerekir. Bütün bunların hepsi aklın yanında üstün bir güzel ahlaka sahip olmayı gerektirir.

Dolayısıyla, bir şeyi iyi bilmek ya da doğru olanı fark edebilmek, kişiye, onu en düz ve özgür şekilde ifade etme ya da her aklına geleni konuşma özgürlüğü de getirmemelidir. Asıl akıl alameti, insaniyet, merhamet, itidal, hoşgörü, sevgi, saygı gibi ölçüler içerisinde, pek çok detayı bir arada düşünerek konuşmaktır. Gerçek anlamda akıllı insan da işte aklını, bu detaylarla birlikte kullanabilen insandır.
 

RUH GÜZELLİGİ NASIL KAZANILIR?


Ruh güzelliği nasıl kazanılır?
İnsan sürekli bedenini güzelleştirmeye çalışıyor, spor yapıyor, diyet yapmaya dikkat ediyor, bakım ürünleri kullanıyor, sürekli giyimine, temizliğine önem veriyor. Ve bütün bunları sadece bedenini daha zinde, daha genç ve güzel gösterebilmek için yapıyor. Peki bütün bunları yaparken hiç düşündünüz mü, ya o bedene sahip olan ruhunuzu nasıl güzelleştireceksiniz? Bunu gerçekten başarabilir misiniz? Ruhunuzu eğitip kusursuz hale getirebilir misiniz?

İnsan ruhu güzellikten zevk alacak şekilde yaratılmıştır. Her zaman en kusursuz olanı ve mükemmeli arar. En ufak bir detay bile gözüne çarpar, dikkatini çeker. Ancak insan, özlemini duyduğu kusursuz fiziksel güzelliği dünyada tam olarak hiçbir zaman bulamaz. Bu güzelliğe ancak cennette sahip olacaktır. Buna karşılık cennetteki sonsuz ve kusursuz yaşama ve nimetlere, bu dünyada kazanacağı ruh güzelliği ile kavuşacaktır. Ruh güzelliği ise yalnızca Kuran ahlakının yaşanması ile kazanılabilir. Allah'a iman eden, her şeyin karşılığını O’ndan bekleyen ve Allah’ın sınırlarını koruyarak Kuran ahlakını yaşayan insanlar, ruh güzelliğine, asalet ve izzete sahip olabilirler. Böyle bir insan, şartlara ve kişilere göre değişmeyen, çıkar peşinde koşmayan, haysiyetli, tevazulu, şerefli ve asil bir tavra sahip olur. Allah Kuran'da gerçek ahlak güzelliğine, dolayısıyla da ruh güzelliğine sahip olan kullarının sonsuz hayatlarını geçirecekleri yerin cennet olduğunu şöyle bildirmiştir:

“Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.” (Naziat Suresi, 40-41)

Akıl Sahibi Olmak Ruh Güzelliği Kazandırır

Hırs ve bencil tutkular, insanın kalbini kararttığı gibi aklının da kapanmasına sebep olur. Kıskançlık, maddi değerlere karşı duyulan tutkulu istek, fakir kalma, sahip olduklarını kaybetme, hastalanma gibi geleceğe yönelik korkular insanın aklını kapatır. Eğer insan bu duyguların esiri olursa niçin yaratıldığı, Allah‘a nasıl kulluk etmesi gerektiği gibi asıl aklını kullanması gereken konuları unutur. Bu nedenle ruh güzelliğinin en önemli şartlarından biri aklın açık ve berrak olmasıdır.

İnsanın aklının gelişmesi, kalbinin "Allah'ın zikri" ile dolmasına bağlıdır. Allah'ın büyüklüğünü ve yaratışının mükemmelliğini düşünen, O’nun nimetlerini anan, O'nu yüceltip, tesbih eden ve O'na ibadet eden bir kimse Allah'ı tanıyıp O'na itaat ettikçe hırslardan, korkulardan, bencil tutkulardan arınır ve ruhunu temizleyerek gerçek ruh güzelliğine kavuşabilir.

Ruh güzelliğini amaçlayan akıl sahibi kişiler öğüt alabilen ve başkalarından gelen doğruları kolaylıkla kabul edebilen, temizlenip arınmayı şiddetle isteyen kimselerdir. Bu nedenle Allah, onların bu ahlakını, "Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar..." (Zümer Suresi, 18) ayetiyle haber vermektedir.

Nefsi Fücurundan Temizlemek Ruh Güzelliği Kazandırır

Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücur" (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ilham etmiştir. Bu konuyu Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir: “Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). (Şems Suresi, 7-8)

İnsanın, ayetlerde bildirilen kötülükten temizlenmesinin yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır. Mümin, Kuran ahlakının verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Ancak, Allah'ın varlığının, birliğinin farkında oldukları ve Allah’ın hükümlerine karşı gelmekten sakındıkları için de nefislerindeki fücuru (inkara, günaha ve isyana girişmek, fasık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, ahlaki çöküntü vb) örtmez, açığa çıkarıp vicdanını dinleyerek bunları temizler ve Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınır. Kuşkusuz bu son derece önemli bir özelliktir. Çünkü fücurdan sakındığı için, ruhunda yaşadığı bu güzelliği maddi ve manevi olarak hayatının her safhasına taşır ve bu şekilde de ahlakında oluşan temizliği dışa yansıtmış olur. Unutmayın ki her güzellik emek ister ve insan verdiği ciddi emeğin sonucunda taktire şayan bir güzellikle ödüllendirilir…
 

400 SENE SONRASINA MEKTUP!


400 SENE SONRASINA MEKTUP!


Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami´nin 1990´li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıklarını anlatıyor.
“Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğre
nmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.

ŞİŞEDEN ÇIKAN MEKTUP
Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum."
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.

Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.
 

DÜNYA BU OLAYA HAYRET ETTi !


DÜNYA BU OLAYA HAYRET ETTİ!
Helikopterin kaabiliyetini ve neler yapabildiğini üretici firmadan bile daha iyi bilen Pilotlarımız..Yıl 1990 Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Skorsky S-70 model helikopterleri ilk kez teslim alıyor. Teslimat sırasında ya da sonrasında Skorsky mühendisleri, S-70 modelinin loop hareketini yapamayacağı uyarısında bulunuyorlar.TSK içerisindeki pilotlar da bu hareketin bu modelle de mümkün olduğunu söylüyor. Sonrasında mühendis cevap veriyor ''bunu ben çizdim,mümkünatı yok yapamaz, İmkansız ''.


Türk Pilotları ise Skorsky Yetkililerine gülüyorlar ve yaparız şeklinde iddialaşmaya başlıyorlar.
Daha sonrasında askeriyenin üst makamları ile de bu konuşuluyor ve bu iddia teste tabi tutuluyor.

Sonucu mu :
Hakikaten Skorksy S-70'e takla attırıyorlar havada, skorsky şirketinin yetkililerinin dilleri tutuluyor şaşkınlıktan bir süre konuşamıyorlar. Ancak sonrasında maruz kaldığı stresten ötürü helikopter bir daha dikiş tutturamıyor.Ancak deneyden sonraki helikopterin yerine de sıfır bir helikopter gönderiliyor

Bu yaşanan olaydan sonra Skorsky mühendisleri bunu nasıl yaptıklarını soruyorlar ve şu cevabı alıyorlar: "Biz Türk Askeriyiz..
Bu olaydan sonra yukarıda gördüğünüz fotoğrafı Sikorsky şirketi S-70'lerin tanıtımı için kullanmaya başlıyor,Satış yapılan Tüm ülkelere bu fotoğraf gösterilip bir nevi hava atılıyor.

''Alıcı ülkeler bu hareketi yapan pilotu soruyorlar, bunu bu şekilde kim yaptı nasıl bu şekilde takla atabildi diye'' yetkililer her defasında şu cevebı veriyorlar '' Nasıl yaptıklarını bizde bilmiyoruz tek bildiğimiz Onlar Türk askeri.

 

Osmanlı Devletine Yapılan Komplo


Osmanlı Devletine Yapılan Komplo
Mısırlı Dr. Fehmi Şinnâvî Osmanlı Devletine yapılan komployu ş­öyle anlatıyor:“Osmanlı devletine dair yazılan tarihler birçok şüphelerle doludur. Osmanlı devleti bitmiş­ti, hiçbir şeye sahip değildi; hiç kimseye fayda vermiyor, hiç kimse­ye de zarar vermiyordu. Hatta Kemalist Türkiye -ki Osmanlı dev­letinin mirasçısı olmuştur- hilafetin ve Osmanlının en sert hasmı idi. O halde ihtirasları, ileriye dönük planları olan herhangi bir ta­rihçi Osmanlı devleti hakkında yazarken insaflı olabilir miydi?

Meseleye öteki yönden bakıldığında karşımıza bu çökmüş dev­letin kanlı-bıçaklı düşmanları çıkmaktadır. Siyonistlerden, Haçlı­lardan, sömürgeci Avrupa’dan bahsediyoruz. Onlar sadece topra­ğın ele geçirilmesine değil, hilafetin de silinmesine, yok edilmesine çaba harcadılar. Onların verdiği savaş sadece klasik bir sömürge sa­vaşı değil, din savaşı idi de. O halde resmî tarihçiler, o görevli tarih yazarları arasında Osmanlı hilafetine insaf gözüyle bakan fedaîyi nasıl bulacağız? Zaten bunların çoğu da, Islâm’a muhalif şu çağdaş devlet dedikleri şeyi tutkuyla seven bed suratlılar değil miydiler? Müstemlekeci ya da emperyalist güçlerin veya tağutî, hatta sivil bile olabilen tüm bu düşmanların saldırıları ile beraber tiyatronun, sinemanın, medyanın ve kültürel hareketlerin hilafet aleyhine etkinlik göstermeleri doğal hale gelmiştir. Onlar Osmanlı hilafetini pek çirkin karikatürize ettiler. Osmanlılar, onlara bakılırsa, kültürden anlamazdı. Osmanlıya saldıranlar sadece bu milleti hedef almıyorlardı. Esas maksadları hilafeti yaralamaktı. Çünkü Islâmî bir sistem ve bir Islâm devleti sözkonusuydu. Kaim kalın kitapların ortasında, tiyatrolarda, filmlerde karşımıza Osmanlıyı cahil, kan dökü­cü ve ilkel bir kavim olarak çizdiler. Sultan Abdülhamid’i kan dök­mekten zevk alan kızıl bir sultan olarak resmettiler. Osmanlı devleti bitti, milli devletler kuruldu. Rüşvet bitti mi, yoksa her yanı mı sardı? Adam kayırma ve yağcılık bitti mi, yoksa işlerin yürümesi için temel prensip haline mi geldi? Tarih şahitlik ediyor ki, Sultan Abdülhamid devletinin ekono­mik olarak çökmesine, düşmanlarının bir bir dişlerini göstermesi­ne, azınlıkların şımarmalarına rağmen Filistin hususunda kararlı davranmış; hiçbir haktan feragat etmeyeceğini açıkça söylemiştir. Oysa Tbeodor Herzl’in teklifi ve aracılığı Almanya’nın teklifi demekti. Rusya ve Britanya da bu teklif için aracılık ettiler ve Abdülhamid hepsini reddedip şöyle dedi:

‘Filistin benim mülküm değil! Filistin sadece Türklerin de değildir. Orası müslümanlarındır. Tenimi paramparça etse­niz de bu kararımdan vazgeçmem.'
Işte burada Osmanlı devletine komplo yaptıkları, Islâm’a tuzak kurdukları ortaya çıkar. Gaye Islâm devletini, hilafetini, yani bizzat Islâm’ın kendisini yok edebilmektir.

Artık akademik tarihçiler zehirli simsiyah bir propagandayı yürütenlerle beraber bu plana hizmet etmeye başlayacaklardı. Doğrudan katılmasalar dahi, gerçekleri söylemeyerek üstünden geçe­rek bu hain komplonun uygulanmasına fırsat vereceklerdi. Bunlar Islâm’a karşı yürütülen bu korkunç kıyıma hiç ses çıkarmadılar.

Şu bilinmeli ki, Osmanlı hilafetine saldıran, Islâm hilafeti­ne kastediyordu. Hilafeti yıkmak isteyen, Islâm’ı yıkmak istiyordu. Yani Islâm’ın kitabını, elçisini, temel düşünce sistemini yerlebir etmek istiyordu.”

KAYNAK:

Dr. Fehmi Şinnâvî, Hilafet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, tercüme eden: Sadık Ömeroğlu, Insan Yayınları, Istanbul 1995, sayfa 14 – 16.

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

Alıntılarda şu şe kilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
 

Prof. Dr. Ekrem Bugra Ekinci, “Hadîs-i serîfler nasıl yazılı hâle getirildi?


Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, “Hadîs-i şerîfler nasıl yazılı hâle getirildi?

“BENDEN İŞİTTİKLERİNİZİ YAZINIZ!”

Hadîslerin yazıya dökülmesi, Hazret-i Peygamber’in bu emri üzerine olmuştur.

Zamanımızda “Kur’an’a bir sözümüz yok; ama hadîsleri kabul etmeyiz. Çünki Hazret-i Peygamber’den çok sonra yazılmıştır” diyenler işitiliyor. Halbuki bunlar da âyetlerle aynı devirde yazılmaya başlanmıştır.

Kur’an-ı kerîm âyetleri nâzil oldukça, vahy kâtipleri bunları Hazret-i Peygamber’in emriyle kâğıt, kumaş, hurma dalı, kemik gibi ne bulurlarsa yazarlardı. Eshâb-ı kirâm önceleri Hazret-i Peygamber’den işittikleri hadîsleri de yazmaya teşebbüs etti. Fakat Hazret-i Peygamber Kur’an ile karıştırılır endişesiyle buna mâni oldu. Nitekim Tevrat ve İncil de bu şekilde insan eliyle tahrife uğramıştı. O zaman sahâbilerin çoğu okuma-yazma bilmezdi. Hadîslerin yanlış yazılma ihtimali vardı. Kaldı ki sözlü kültür, her zaman yazılı kültürden daha sağlamdır.

Sağ elini yardıma çağır!

Hazret-i Peygamber’in, Hudeybiye Anlaşması’nı imzalamak dışında hayatında yazı yazdığı bilinmemektedir. Bununla beraber gerek diplomatik mektuplar, gerekse idarî talimatlar yazdırırdı. Zeyd bin Sâbit’ten Süryânîce öğrenmesini istedi; o da 15 günde bu lisanda yazmasını öğrendi. Hazret-i Peygamber’in mektuplarını yazar, gelen mektupları da ona okurdu.

Bir gün Hazret-i Peygamber, içinde kısas cezasının esaslarının bulunduğu bir hutbe okudu. “Ya Resulallah, bunu bana yazıverin” diyen Ebû Şah adındaki sahabinin talebi üzerine “Ebu Şah için yazınız” buyurdu. Ayrıca her vâliye vergi mikdarları hakkında yazdırdığı yazıdan bir nüsha verirdi. Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer de böyle yapmıştır.

Mekke’nin fethinden sonra, hadîsler çoğalıp ezberlemesi güçleşince, Hazret-i Peygamber, bunların yazılmasına izin verdi.  Abdullah bin Amr bin el-Âs’a, parmağı ile ağzına işaret ederek:   “Yaz! Yemin ederim ki ondan haktan başka bir şey çıkmaz!” buyurdu. Ebû Hüreyre der ki: “Ensardan bir zat Resulullah aleyhisselâma hâfızasından şikâyet etti. Resulullah ona şu cevabı verdi:  ‘Sağ elini yardıma çağır!’ ve eliyle yazma işareti yaptı”.



"Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin Iran Kisrası Husreve’e gönderdiği mektup"



Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin Roma Kayseri Heraklius’a gönderdiği mektup



Halkalı sandık

Hazret-i Ebû Bekr vefat ettiğinde, geride içinde 500 hadîs bulunan bir mecmua bırakmıştı. Abdullah bin Ömer de azatlı talebesi Nâfi’ye hadîs yazdırırdı. Hazret-i Ali, işittiği hadîsleri yazdığı bir sahifeyi, kılıcının kınında saklardı. Bunlar, İmam Hanbel’in Müsned’inde vardır. En çok hadîs yazan sahâbi Abdullah bin Amr bin el-Âs’ın“Kostantiniyye bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır. Onun askeri ne iyi askerdir” hadîsinin bulunduğu es-Sâdıka adlı sahîfesi de buradadır. Kendisine Kostantiniyye (İstanbul) ve Rûmiye (Roma) şehirlerinden hangisinin daha evvel fetholunacağı sorulunca, halkalı bir sandık getirip, içinden bir kâğıt çıkararak şöyle demiştir: “Biz Resulullah aleyhisselâmın etrafında toplanmış yazıyorduk. Kendisine bu sual soruldu. O da İstanbul’u kastederek ‘Hiraklın şehri önce fetholunacaktır’ buyurdu”.

Berâ bin Âzib’i dinlemeye gelenler, işittikleri hadîsleri bulabildikleri her yere, hatta avuçlarına yazarlardı. Enes bin Mâlik, rivâyet ettiği hadîsleri oğluna yazdırmıştı. Mugîre bin Şu’be, rivâyet ettiği hadîsleri, Halîfe Muâviye’nin arzusu üzerine yazıp kendisine vermişti. Said bin Cübeyr, gece gündüz İbni Abbas ile beraber gezip, işittiklerini yazardı. Urve bin Zübeyr, bizzat veya teyzesi Hazreti Âişe’den işittiklerini yazmıştı. Ayrıca Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ubâde, Abdullah ibn Ebi Evfâ, Semüre bin Cündeb işittikleri hadîsleri yazmış; Âişe, Berâ bin Âzib, Ebû Hüreyre, İbn Ömer, İbn Abbâs, İbn Mes’ud, Mugîre bin Şu’be, Zeyd bin Sâbit hadîs yazdırmıştır. Sahâbe içinde hadîs mecmuasına sahip olanı az değildir. Bunlar hadîs kitaplarına alınmıştır.

Üç kumaya razıyım!

Emevî Halîfesi Ömer bin Abdülaziz, tâbiînin ileri gelenlerinden Kâsım bin Muhammed‘i, halası Hazreti Âişe’ye ait ne kadar hadîs ve başka rivâyet biliyorsa, hepsini toplamakla vazifelendirdi. Bir keresinde de Medine Vâlisi Ebû Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm‘a mektup yazarak: “Resulullah efendimizin hadîslerini, sünnetlerini, halan Amre binti Abdurrahman el-Ensârî’nin ve Kâsım bin Muhammed’in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zira ben, ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum” buyurdu. Her ikisi de Hazreti Âişe’nin talebesi  ve onun rivâyet ettiği hadîsleri en iyi bilenlerdi. Halife, diğer vâlilere de benzeri tâlimatlar yazdı. Şam âlimi Zührî’ye bu hadîsleri tasnif vazifesi verdi. Zührî o kadar sıkı çalışırdı ki, hanımı “Üzerime üç tane daha kuma getirmesine razıyım. Hiç değilse bilirim ki bir gün benimledir” derdi. İmam Zührî’nin ömrü işi bitirmeye yetmedi, ama sonra gelenler açtığı çığırda devam ettiler. Daha Hazreti Peygamber’in vefatından yüz sene geçmeden büyük hadîs kitapları meydana getirdiler. Bunlardan Kütüb-i Sitte diye bilinen 6 tanesi çok meşhurdur. Buhari ve Müslim bunlardandır.



                                               "Eski bir Sahih-i Müslim nüshası"


**********
KAYNAK: Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, “Hadîs-i şerîfler nasıl yazılı hâle getirildi?”, Türkiye Gazetesi,  13 Temmuz 2011.

***

Tavsiye edilen konu:

Kemalizm’in din oyunu: Mezhep ve Hadis-i Şerifleri inkar (13 Bölüm) Uydurma Hadis diyenlere cevap:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/30/kemalizmin-din-oyunu-mezhep-ve-hadis-i-serifleri-inkar-13-bolum-uydurma-hadis-diyenlere-cevap/

***

Tavsiye Edilen Kitap:

Abdülgani Abdülhalık, Hücciyyetü’s- Sünne (Sünnetin Delil Oluşu)

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/08/09/tavsiye-edilen-kitap-abdulgani-abdulhalik-hucciyyetus-sunne-sunnetin-delil-olusu/

“Sünnetin Delil Oluşu” isimli kitabı satın alacak maddi imkanı olmayanlar kitabı buradan ücretsiz okuyabilirler:

http://www.tahavi.com/sunnetin_delil_olusu/index.html


**********
“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:
http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez


Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
 

Müslümanlara uygulanan baskı: Kemalist Türkiye’de bir Ögretmenin Dramı!


Müslümanlara uygulanan baskı: Kemalist Türkiye’de bir Öğretmenin Dramı 

Napolyon Image Banner 300 x 250
Darıca Ilk Okulu Öğretmeni Nureddin Atikoğlu’nun kemalizmden çektiklerini okuduğunuzda kemalist rejimin hüküm sürdüğü yıllarda müslümanlara uygulanan baskıyı ve ülkemizde Islam’ın nasıl yok edilmek istendiğini daha iyi anlama fırsatı bulacaksınız. Nurettin Atikoğlu, başına gelen olaylardan sonra kendi bakanlığı Milli eğitim bakanlığına bir gazete aracılığı ile soruyor ve cevap verilmesini bekliyor.

Işte Nureddin Atikoğlu’nun gazetede yayınlanan yazısı:

“Onbir yıl mesleki hayatı olan ilk okul öğretmeniyim. Mesleğime, bütün maddi mahrumiyetime rağmen bağlı, şevk ve samimiyetle devam etmekteyim. Bulunduğum illerin en ücra köşelerinde sebatla ve çereme imkanlarım nisbetinde faydalı olarak çalıştım. Yapılan teftişler neticesinde beğenilmeyen bir rapor almadım. Mesleğimde bu aşk ve gayretimi, müfettişlerin yılda bir defa uğradığı veya uğramadığı yıllarda dahi üzerimde amir varmış gibi çalıştıran ilahi kuvvetin daimi kontrolünde olduğumu, mesleğimin, dolayısı ile asil milletimin manevi mes’uliyetini hamil olduğumu ihtar eden inanç ve milliyetçiliğime borçluyum. En zor şartlar altında da olsa milletime hizmeti (maddi menfaat dilenciliği yapmadan) en büyük şeref ve minnettarlık borcu saymaktayım. Bu arzu, aşk ve ülkü benimle ebediyete kadar yaşayacaktır.

Hal böyle iken, sahifenin öbür yüzü oldukça elem ve hüzün verici, huzur ve ahenk bozucudur.

Şöyle ki:

1963-1964 Öğretim yılında Gölcük/Ümmiye Köyü Ilk Okulunda çalışırken, ders esnasında Jandarmalarla sarıldım, arandım. Şahsi kütüphanemden, Islam Tarihi, bir çok dini kitaplar ve mecmualarım müsadere edildi. Bir gün Kaza Jandarma Komutanlığına istendim. Kumandanlıkta yazılı, Kaymakamlıkta da Jandarma Komutanlığının iştirakiyle sözlü ifadem alındı. Kitapların üzerinde bulunan tek kelime “eski yazı”dan Elif cüzü bulundurmamdı. Kur’an-ı Kerim okumuş bulunmamdan, bir Müslüman olarak dinimi öğrenme gayretimden, dinimin temeli olan namazımı kılışımdan ve nihayet sayın Valimiz tarafından da Hz.Peygamber (a.s.) ‘e ümmet oluşumdan ötürü kınandım.

Tahkikat devam etti, tamamalandı ve neticede Cumhuriyet Savcılığınca “ademi takip” kararı ile müsadere edilen kitaplarım iade edilerek daha başlangıçta Türk Adliyesi kararını vermiş oldu. Fakat ne var ki, üstlerimin hırsları geçmemiş olacak ki, hiç bir istinad bulamadan Il Disiplin Kurulu kararı ile Darıca’ya naklim yapıldı. (Karar hala bana tebliğ edilmemiştir.) Köylülerim, benden evvel duymuşlar. Nakli durdurmak istisnasız imza toplayarak Vilayete müracaat etmişler. Vali bey isteklerinin yerine getirileceğini söyleyerek memnuniyetle yolcu etmiş. (Bana müjde ile sonradan haber verdiler) dördüncü gün vali bey beni istemişti, gittim. Köylülerimin teşebbüsünden bahsederek yine de Darıca’ya gönderileceğimi emir buyurdular. Ben “Gitmeyeceğim” demedim. “Hizmet için vatanımın her yeri aynıdır, fakat niye gideceğimi bilmiyorum” cevabını verdim.

Aramızda geçen kısa muhavede anlaşamakla beraber, halkın dini hislerine tercüman olduğum, şeriatçı ve ümmetçi olduğum tesbit edilmişmiş. Darıca gibi kalabalık bir öğretmen kitlesi içerisine vermeye mecbur olduklarını ve daima kontrol altında bulundurulacağımı söylediler. Şeriat devrinin geçtiği, ümmetçiliğin öldüğü ihtar edilerek huzurundan çıkarıldım. Neticede buraya gönderildim. Köylülerin tekrar müracaatları üzerine bir sene sonra arzularının yerine getirileceği vâadediliyor. Bir sene sonra tekrar müracaat, iki yılın doldurulması mecburiyeti ile tekrar red.

Dediklerini tatbik sahasına koymuş olacaklar ki, buraya geldikten sonra, tutum ve hareketim, evime kimlerin gelip-gittiği hususunda gizli tahkikat yaptırılmış.

Bu ders yılında yapılan veli toplantısında, ahlaka intikal eden konuşmam ilavelerle tahrif edilerek vilayete bildirilmiş. Yine bir tahkikat, ifade ve savunmalar. Neticeye bakılınca bunların hiç birisine itibar edilmeyerek, hedeflerine doğru kayış ve üç günlük maaş kesimi ile mükafatlandırılıyorum.

1965 Cumhuriyet Bayramında sınıf süslemelerim sırasında bir “hilal”in ipucu olarak fotoğrafı çekilmiş, yok şeriatı, yok Osmanlılığı ifade eder, ileri görüşlülüğüyle üst makamlara bildirilmiş. Dahası var:

Aralık ayı, yılbaşı geliyor. Sınıfım için 1966 Sönmez takvimi aldım ve sınıfıma götürdüm, daha asmadan okul müdürü, müdahale etti.

Ben:

- Kardeşim, bunda ne mahzur var, sebebini izah edin? Dini, ahlaki, milli ve ilmi bilgilerle dolu bir takvimdir, dedim.

- Dini propaganda yapıyor, nurculuk hakkında yazıyor, dedi.
- Nereden biliyorsunuz, hiç kullandınız mı, ne ile beni ikna ve ikaz ediyorsunuz? soruma,
- Hocam, kullanmazsanız iyi olur, Saatli Maarif Takvimi kullanın. Hakkınızda tahkikat konusu olur, dedi.

Geçen yıl astığımda okula gelen müfettişle, Ilk Öğretim Müdürleri tarafından müdahale edildiğini, ihtar edilmiş
olduğumu söyledi.

Tahammülün de bir haddi var. O anda insan üzülerek, kendi kendisine gayr-ı ihtiyari:

- Ecdadımın mübarek kanıyla yoğrulmuş, şehitler ve gaziler diyarı Türkiyem’de mi yaşıyorum, diye sorası geliyor.

Şimdi sayın hükümetimizden ve bilhassa cevaplandırılmasını istiyorum.

Bu meslekte; Mesleğininin maddi kifayetsizliği nazarı itibara almadan, sırf manevi zevkini tadarak, kudsiyetini idrak ederek, mesleğinin şerefiyle, mütenasip olmadığı gerçek ve inancıyla, içkili ziyafet, oyunlu kulüp masalarına dahi oturmayan, mevcut güç ve gayretini mesleki çalışmalara sarfeden, milletini; cahil, gerici, kara takkeli yobaz, köylü, şehirli, geri kafalı gibi iftiralardan münezzeh tutarak seven ve hizmetinde olan, bununla beraber “Allah indinde en makbul din Islam’dır” fermanı ilahisiyle yüce dinin saliki olma şerefine nail olarak, icraatiyle emri ilahiyi yerine getiren insanlar, vazifeye, emniyet ve huzur içerisinde devam edecekler mi? Yoksa; Allah’a kul, Peygambere ümmet olduğu, dini vecibeleri yerine getirebilmek için camiye gittiğinden dolayı, şeriatçı, ümmetçi, nurcu… Efendilerle içki masalarında sabahlamadığımızdan, biriç ve konken masalarında, balo ve benzeri erkekli dişili alemlerinde teşriki mesai etmediğimizden, lokmasıyla beslendiğimiz necip halkımızla ülfetimizden ve haşır neşir olmamızdan gerici, yobaz olarak mı isimlendirileceğiz? Kendi gözlerimizdeki odunu görmeden, milliyetçi ve mukaddesatçı gözünde kıl aralamaya kalkışarak, takibat, tahkikat uydurarak 8 nüfuslu 35 lira asli maaşlı bir öğretmenden (ifadeler ve savunmalar nazara alınmadan) üç günlük maaş keşimi (iktisadi abluka) vs. vs. derken siciller karalanıp üzerine titrediğimiz şeref ve haysiyetimizle mi oynayacaktır?

Eğer birincisi tatbik edilecekse, huzur ve emniyetimizin ifadesini, ikincisi tatbik edilecekse; gücümüz ve yaşımız ihtiyarlamadan neticeyi öğrenmek herhalde bir vatandaş olarak hakkımız olsa gerektir.

Arzumuz ve emelimiz; birincisinin tatbiki ve tahakkuku ile ard düşünceli, geri zihniyeli, milliyet ve maneviyattan yoksun, geri kafalı zavallı ilericilerimizin de ıslahı nefs ederek “tarik-i müstakim” olarak, birlik ve beraberlik ve vahdet yolunu ihtiyarila, düşmüş oldukları dalaletten kurtulmalarıdır.

Allah’ın veli kişisi Yunus Emre, bizim ilerici geçinenlere ne güzel ders vermiş ama anlayana can kurban;

“Ilim, ilim bilmektir,
Ilim, kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır?”

Nur içinde yatsın. Bu gidişle kendimizi (benliğimizi) aramaya çıkmanın zamanı gelmiş, hatta geçmiş olsa gerek.

Son sorumu tekrar ediyorum

Dini, milli, ahlaki ve ansiklopedik bilgilerle dolu, Sönmez Duvar Takvimini sınıfıma asarsam, yasaklara ve kanunlara riayet etmemiş mi olurum? Bu hususta bir sakınca ve yasak var mıdır?

Hürmetlerimle…”

Darıca Ilk Okulu Öğretmeni/Nureddin Atikoğlu[1]

Öğretmen Nureddin Atikoğlu’nun bu mektubu, kuşkusuz ki, zulüm devrinin yüzbinlerce uygulamasından sadece bir tanesi idi. Sesini duyuramayan binlerce Nureddin öğretmen vardı. Bu mektup hakkında yorumda bulunma ihtiyacı hissetmiyoruz. Mektup iyi okunduğunda kemalizmin, Müslümanlara neler çektirdiği kolayca anlaşılır.


**********
KAYNAK:

[1] Yeni Istiklal Gazetesi, 15 Aralık 1965, sayı 227, sayfa 3.

**********
“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
 

Türkiye’de ve Avrupa’da Laiklik Anlayısı.


Türkiye’de ve Avrupa’da Laiklik Anlayışı...



Fransız devrimi ile Batı dünyası devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılması ilkesi olan laikliği gündeme getirmişlerdi. Dünyaya laikliği öğreten ülke Fransa idi. Ancak Türkiye’de uygulanan ile Batı ülkelerinde uygulanan laiklik anlayışı arasında dağlar kadar fark var. Hatta bizdeki laiklik değil, ladiniliktir diyebiliriz. Yani, bireyi de dinsizleştirmektir.[1]

Mehmed Akif Ersoy’un damadı Ömer Rıza Doğrul’un bizde uygulanan laiklik hakkında yazdıkları, üzerinde düşünülmeye değerdir:

“…Ama buna rağmen Fransa’da Hz. Isa (a.s.)’nın doğum günü yapılan resmi törenlere Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bütün devlet erkanı iştirak eder ve bütün millet resmi ve gayri resmi müesseseler ile bu bayramı kutlarlar.

Ingiltere’de Krallar dini törenlerle tahta otururlar, dini bayramlarda halka hitap ederler ve dini bayramlara bütün devlet erkanı ile katılırlar. Ve bunu en önemli görev kabul ederler.

Amerika Cumhurbaşkanları dini törenler ile görevlerinin başına geçerler ve her münasebetle yapılan dini törenlerde halkın önünde yer alırlar.

Yunanistan’da göreve getirilen Başbakan ve Cumhurbaşkanları, göreve başlamadan önce Kiliseye gider, Incil üzerine yemin ederek göreve başlarlar.

Ama Türkiye’de laiklik adeta bir umacı mahiyeti almıştır. Onun yüzünden bir zamanlar, Allah adını anmak adeta bir kabahat sayılır olmuştu. Hele devlet ricalinin nutuklarında ve demeçlerinde Allah’ın adını anmaya cesaret eden bir babayiğit görünmüyordu. Çünkü Allah adını anmak, laikliğe aykırı görünüyordu. Laiklik öyle olsaydı, dünyada hiçbir devlet adamı Allah adını ağızlarına almazlardı. Laiklik namına dinden ürkmek, dini törenlerden kaçmak, Allah’ı anmamak için kendini zorlamak, bize mahsus bir takım batıl telakkilerin neticesidir. (…)[2]

Bu sözler, Türkiye’de laikliğin kabulünün 20. yılında Türkiye’li aydınların söylediği sözlerdir. Dönemin aydınları arasında laikliği bu şekilde telaffuz edenlerin sayısı oldukça fazla idi.[3]

KAYNAKLAR:

[1] Bunun delilleri için bakınız;

Kemal Atatürk’ün eseri: Kuran ve Ezan’ın yasaklanması:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/04/29/kemal-ataturkun-eseri-kuran-ve-ezanin-yasaklanmasi/

***

Kemalist rejimin hakim olduğu Türkiye’de Hacca gitmek yasaktı:

https://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/06/15/kemalist-rejimin-hakim-oldugu-turkiyede-hacca-gitmek-yasakti/

***

M. Kemal Atatürk Din derslerini ve Imam Hatipleri kaldırmadı yalanı:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/06/14/m-kemal-ataturk-din-derslerini-ve-imam-hatipleri-kaldirmadi-yalani/

***

M. Kemal Atatürk’ün Şapka Zulmü ve Istiklal Mahkemesi’nde asılan alimler, hocalar:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/04/30/m-kemal-ataturkun-sapka-zulmu-ve-istiklal-mahkemesinde-asilan-alimler-hocalar/

***

Okullarda çocuklarımıza şirk merasimi mi yaptırıyorlar ? :

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/06/26/okullarda-cocuklarimiza-sirk-merasimi-mi-yaptiriyorlar/

***

Necip F. Kısakürek’ten Atatürk’e: “ALLAHSIZ” (Tarih II, Ortazamanlar, 1931 yılının Lise Tarih kitabı) :

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/25/necip-f-kisakurekten-ataturke-allahsiz-tarih-ii-ortazamanlar-1931-yilinin-lise-tarih-kitabi/

***

[2] Ömer Rıza Doğrul, Selamet mecmuası, sayı 14, sayfa 3, 22 Ağustos 1947.

[3] Örneğin M. Kemal döneminde Istanbul Milletvekilliği yapmış olan Ahmed Hamdi Başar da aynı kanaatte idi.  Ahmed Hamdi Başar, ülkemizde uygulanan laikliğe “dinsizlik” diyor:

https://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/06/15/ahmed-hamdi-basar-da-bizdeki-laiklige-dinsizlik-diyor/

Ayrıca M. Şevket Eygi’nin şu köşe yazısını okumanızı tavsiye ederiz:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/09/turkiyede-laiklik-m-sevket-eygi/


“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:
http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez


Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
 

Osmanlı nereyi nekadar yönetti?


OSMANLI NEREYİ NE KADAR YÖNETTİ ?
Uzun yıllar boyunca dünyanın süper gücü olarak doğudan batıya, kuzeyden güneye adaletle hükmeden Osmanlı, tarih sayfasındaki şerefli yerini aldıktan sonra dünyaya kan ve gözyaşı hakim oldu.

Şuan Osmanlı'nın mirası üzerinde kurulu bulunan onlarca devlet tam bir yangın yeri. İrili ufaklı bu devletler üzerinde kirli emelleri olan emperyalist güçler, istedikleri adamları başa getirerek istedikleri gibi at koşturdu.
Osmanlı, Asya'dan Afrika'ya ve Avrupa'ya onlarca devleti asırlar boyu adaletle yönetti.

OSMANLI'NIN HAKİM OLDUĞU ÜLKELER
1. Türkiye :
2. Bulgaristan (545 yıl)
3. Yunanistan (400 yıl)
4. Sırbistan (539 yıl)
5. Karadağ (539 yıl)
6. Bosna-Hersek (539 yıl)
7. Hırvatistan (539 yıl)
8. Makedonya (539 yıl)
9. Slovenya (250 yıl)
10. Romanya (490 yıl)
11. Slovakya (20 yıl) Osmanli adı :Uyvar
12. Macaristan (160 yıl)
13. Moldova (490 yıl)
14. Ukrayna (308 yıl)
15. Azerbaycan (25 yıl)
16. Gürcistan (400 yıl)
17. Ermenistan (20 yıl)
18. Güney Kıbrıs (293 yıl)
19. Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
20. Rusya'nın güney toprakları (291 yıl)
21. Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan
22. İtalya 'nın güneydoğu kıyıları (20 yıl)
23.Arnavutluk (435 yıl)
24. Belarus (25 yıl) -himaye-
25. Litvanya (25 yıl) -himaye-
26. Letonya (25 yıl) -himaye-
27. Kosova (539 yıl)
28. Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat

ASYA
29. Irak (402 yıl)
30. Suriye (402 yıl)
31. İsrail (402 yıl)
32. Filistin (402 yıl)
33. Urdun (402 yıl)
34. Arabistan (399 yıl)
35. Yemen (401 yıl)
36. Umman (400 yıl)
37. Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl)
38. Katar (400 yıl)
39. Bahreyn (400 yıl)
40. Kuveyt (381 yıl)
41. Iranın batı toprakları (30 yıl)
42. Lübnan (402 yıl)

AFRİKA
43. Mısır (397 yıl )
44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı:Trablusgarp
45. Tunus (308 yıl )
46. Cezayir (313 yıl)
47. Sudan (397 yıl ) Osmanlı adı: Nubye
48. Eritre (350 yıl ) Osmanlı adı: Habes
49. Cibuti (350 yıl)
50. Somali (350 yıl ) Osmanlı adı: Zeyla
51. Kenya sahilleri (350 yıl )
52. Tanzanya sahilleri (250 yıl)
53. Çad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl ) Osmanlı adı: Reşade
54. Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar
55. Mozambik'in kuzey toprakları (150 yıl)
56. Fas (50 yıl ) -himaye-
57. Bati Sahra (50 yıl) -himaye-
58. Moritanya (50 yıl) -himaye-
59. Mali (300 yıl ) Osmanlı adı: Gat kazası
60. Senegal (300 yıl)
61. Gambiya (300 yıl )
62. Gine Bissau (300 yıl)
63. Gine (300 yıl )
64. Etiyopya'nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş

Osmanlı Kara hudutları sınırları içinde resmen bulunmamakla birlikte fiilen Hilafete bağlı yerler:
64. Hindistan Müslümanları -Pakistan-
65. Doğu Hindistan Müslümanları -Bangladeş-
66. Singapur
67. Malezya
68. Endonezya
69. Türkistan Hanlıkları
70. Nijerya
71. Kamerun
 

Laiklik nedir? Cesur Bir Laikin Agzından Laikligin Gerçek Yüzü


Laiklik nedir? Cesur Bir Laikin Ağzından Laikliğin Gerçek Yüzü

1948 yılında, Diyarbakır’da, Muzaffer Faik Amaç adlı bir öğretmen, öğrencilerine din düşmanlığı yaptığı için veliler tarafından şikayet edilmiş ve bunun üzerine adı geçen öğretmen mahkemeye verilmiş. Suçu ise, derslerinde Allah’ı inkar etmek, Islam’ı hakir görücü konuşmalar yapmak ve Islam dininin değerleriyle alay etmek…

Muzaffer Faik Amaç, çıkarıldığı mahkemede çok enteresan bir savunma yapmış. Savunmasında, Türkiye’deki laikliğin ne anlamlara geldiğini de pek güzel açıklamış. Ilgiyle okuyacağınızı umduğum bu uzun alıntı, Türkiye’de laikliğin ne anlama geldiğini açıklaması açısından oldukça ilginç. Muzaffer Faik Amaç’ın savunması çok daha uzundu, ama biz kısalttık.

Muzaffer Faik Amaç’ın savunması:

“Sayın yargıç,

Öğrencilerin dini duygularına dokunur sözler söyleyerek görevini kötüye kullanmaktan sanık bulunuyorum.


Sayın yargıç,

Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Bunun için Meclis’te Kur’an’a aykırı kanunlar yapılır, mahkemelerinde Allah’ın buyruğuna aykırı yargılar verilir. Böyle bir devlette, din kurullarına bağlılıklarını ne savcılar ileri sürebilir, ne de yargıçlar. Öğretmen için de durum böyledir. Bilimsel görüşü aşılamak ve Atatürk devrimlerine bağlı yurttaşlar yetiştirmekle görevli bulunan öğretmenler, bu kutsal görevlerini yerine getirirlerken ondört asır önce konmuş olan din inançlarını hesaba katmazlar. Bunun tersini arzulayanlar, yirminci yüzyılda ortaçağ kafası taşıyan fosillerdir.

Söz gelişi, Kur’an’da Bakara suresinin 276. ayetinde Allah, faizi haram kılmıştır. Oysa, 2279 sayılı kanun faizden para kazanmak işini düzenlemektedir. Maide suresinin 38. ayetinde, Allah, hırsızlık edenin elini kesin diye buyurmuştur; oysa ceza kanunumuz, bu buyruğa aykırı olarak, hırsızın sadece hapsedilmesi yargısını koymuştur. Bakara suresinin kısas’ı emreden 179. ayeti, laik Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla hükümsüz bırakılmıştır.

Istenirse daha da çoğaltılabilecek olan bu türlü örneklerden açıkça anlaşılmaktadır ki, kanunlarımızın bir çoğunda, Kur’an’ın buyruklarına aykırı yargılar vardır.

Çünkü milletin biricik ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi, Kur’an’ın buyruklarıyla bağlı değildir. Bundan, zorunlu olarak çıkan sonuç şudur: Kanunları yürütmekle görevli olan hükümet de din karşısında tam bir bağımsızlığa sahip bulunmaktadır.

Memurlar, kanunların kendilerine yükledikleri görevleri yapabilmek için dini inançların dışında kalmak zorundadırlar. Söz gelişi, Kur’an’daki buyruklara aykırı laik kanunların uygulanmasını isteyip de kısas ayetinin uygulanmamasını isteyen bir cumhuriyet savcısı, din inançlarının dışına çıkmış sayılmaz mı? Savcı, bir yandan Kur’an’ın buyruklarının bırakılıp ona aykırı olan laik kanunların uygulanmalarını isterken; öte yandan da Kur’an’ın hiç bir ayetinin hiç eskiyemeyeceğini, bu ayetlerin bugün için de yürürlükte olduğunu, yarın için de yürürlükte kalacağını söylerse, bu savcının içtenliğine inanılır mı? Kur’an buyruklarının hiç bir zaman eskimeyeceğine inanan bir kimse, o buyruklar yerine başkalarının konmasını isteyebilir mi? Duruşmalarda şer’i hükümler yerine, laik kanunların uygulanmasını isteyen bir cumhuriyet savcısı, bu isteğiyle kullar eliyle, yapılmış olan kanunların Allah kelamı olan ayetlere üstünlüğünü dolaylı bir şekilde ileri sürmüş ve din duygularını incitmiş sayılmaz mı? Suçluların, Kur’an’ın yargılarına göre değil, laik ceza kanununa göre cezalandırılmalarına karar veren laik Türk yargıcı da yargıçlık görevini yerine getirirken din inançlarına uygun hareket ettiğini ileri sürebilir mi? Din karşısındaki bu bağımsızlık, eğitim kurumları için de zorunludur. Ilk, orta, lise ya da yüksek okullarda ders okutanlar, din inançlarının dışına çıkmadıkça görevlerini yerine getirmiş sayılamazlar.

Ilkokul beşinci sınıf tarih kitabının 203. sayfasında şu cümleler vardır:

‘Eskiden din ile dünya işleri birbirinden ayrı tutulmazdı. Cumhuriyetin en büyük iyiliklerinden biri din ile dünya işlerini biribirinden ayırmış olmasıdır.’

Laik Türk okullarında laiklik ilkesinin pek tabii bir sonucu olarak öğrencilere aşılanan bu fikir gerçek bir Müslümanın din duygalarını incitecektir. Çünkü Islam dini, hem dünyaya, hem ahirete ilişkin buyrukları kapsamaktadır. Oysa ilk okul tarih kitabından aldığımız bu cümlede, dinin dünya hayatına karışmaması gerektiği anlatılmaktadır. Bu cümle ile, Kur’an’ın dünyaya ilişkin buyruklarının bugün artık eskimiş olduğu, uygulanmasının yararlı değil, zararlı olacağı fikri aşılanmış olmuyor mu? Bu fikir bir Müslümanın din duygularını incitmez mi? Tarih kitabının bu cümlesi Kur’an’daki şu ayetlere aykırı değil midir?

‘Yoksa kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmıyor musunuz? Artık bunları işleyenlerin dünya diriliğinde cezası rüsvaylık, kıyamet gününde de azapların en ağırına uğratılmaktır.’

‘Her kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, onlar kafirlerdir.’

Görülüyor ki, bir Müslüman, Kur’an’ı bir bütün olarak almak, onun her buyruğunu kabul etmek zorundadır. Hükümler zamanla değişir anlamına gelen, zaman ile ahkam tagayyur eder, kuralı, Kur’an’da açıkça yazılı olan buyruklar hiç bir zaman değiştirilemez. Kur’an buyruklarının değiştirilemeyeceğini, eskiler, mevridi nasta içtihade mesag yoktur, kuralı ile anlatmışlardır. Kur’an’ın ahirete ilişkin buyruklarını alıp, dünyaya ilişkin buyruklarını hiçe saymak, yani din ile dünya işlerini ayrı tutmak, Islam dininin temel inançlarına aykırıdır. Oysa ilk okul tarih kitabı din ile dünya işlerini ayrı tutmamış olmasını bir gerilik, bunun ayrılmasını da ilerlemek olarak göstermekte ve öğrenciye bu fikri aşılamaktır. Bu fikir, öğrencilerin din duygularını kötülemez mi? Atatürk devrimini ve hele laiklik ilkesini değerlendirmek için bu türlü din inançlarının kötülenmesi zorunlu değil midir?

Öğrenci, bir yandan Kur’an’ın buyruklarının kesin doğruluğuna inansın, bu buyrukların hiç bir zaman eskimeyeceğini kabul etsin, Allah kelamı olan Kur’an buyruklarının kullar eliyle değiştirilmeyeceği fikri onda egemen olsun; öte yandan da Kur’an’daki ayetler yerine, şer’i hukuk yerine laik hukuk kurallarının konmasını bir ilerleme olarak nitelendirsin, bu mümkün müdür?

Çelişkisiz düşünen ve düşündüğünü söylemekten kaçınmayan herkes kabul etmek zorundadır ki, ya Kur’an’daki ceza ve hukuk kuralları bugünün ihtiyaçlarına da uygundur ve uygulanmasında yarar vardır; öyleyse şer’i hukuku bırakıp laik hukuku kabul etmekle yanlış bir yol tutulmuştur, ya da Kur’an’ın dünyaya ilişkin buyrukları artık eskimiştir, bugünün ihtiyaçlarına uymamaktadır.

Işte bu ancak ikinci ihtimali kabul edersek, laiklik ilkesini benimsemek mümkün olacaktır.

Her yurttaş bu iki şıktan birini seçmek ve benimsemek zorundadır. Ya Atatürk devrimini benimseyecektir, öyleyse Kur’an’daki dünya ile ilgili ayetlerin artık eskimiş olduğunu ve kullar eliyle yapılan kanunları Allah kelamı ile bu ayetlere üstünlüğünü kabul ve itiraf etmiş, böylece de dini inançlarını kötülemiş bulunacaktır. Ya da Kur’an’ın hiç bir ayetinin hiç bir zaman eskimeyeceğini, kullar eliyle yapılan kanunların hiç bir zaman Allah kelamı olan ayetlerin yerini tutmayacağını söyleyecek ve böyle olunca da Atatürk devriminin temeli olan laiklik ilkesini kötülemiş bulunacaktır.

Hem onu, hem de ötekini kabul etmeye imkan yoktur.

Hırsızlık edenin eli kesilir, ya da kesilmez. Bir üçüncü ihtimali düşünmek mantık bakımından imkansızdır. Hırsızlık edenin elini kesersek, Kur’an’ın buyruğunu yerine getirmiş; ama yüzyıllarca geriye gitmiş oluruz. Hırsızlık edenin elini kesmezsek, kullar eliyle yapılmış olan kanunların Allah kelamından daha yararlı olduğunu dolaylı bir şekilde ileri sürmüş sayılacağımızdan, din inançlarını kötülemiş oluruz.

Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin laik okullarında ders okutan bir felsefe öğretmeninden ne beklenirdi? Eski Konya Millet Vekili ve Şeri’iyye Vekili Mehmed Vehbi efendinin, Hulasatül Beyan fi Tefsiril Kur’an adlı kitabındaki şu satırları öğrencilere okuyup bunların doğruluğunu ileri sürmeğe mi kalkışmalıydı:

‘Kısas ayetinin hükmü bir zamandan beri ihmal olunup katil hakkındaki şer’i cezaya karşı Adliye Ceza Mahkemelerinin katil cinayetini irtikab eden kimseye vermiş oldukları hapis cezasıyla yetinildiğinden hapishaneler taburlar teşkil edeceğinden erbabı cinayetle dolmakta; ve millet de hapishanelerdeki bu insanları beslemeğe mecbur kaldıkları cihetle ayrıca zarara uğramaktadır… Işte bu beyan olunan fenalığın başlıca sebebi, bu ayetin hükmü olan kısasın esasını ihmala ve ecnebi kanunlarından alınan bir takım ahkamla amel edebilmekte bulunulmasıdır.”

Evet, Mehmet Vehbi efendi ve onun gibiler böyle düşünüyor, böyle yazıyorlar. Atatürk rejimine bağlı yurttaşlar yetiştirmekle görevli bulunan laik felsefe öğretmeni de böyle mi düşünmeliydi? O da öğrencilerine böyle mi söylemeliydi?

Beni, Bakanlığa şikayet eden altı tüccar ve onları kışkırtan Diyarbakır Müftüsü Halil’e sorarım:

Kur’an’ın, Maide suresinin 44. ayeti şöyle demiyor mu: ‘Her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kafirlerdir.’

Bugün laik Türk mahkemelerinde Kur’an’ın dünya ile ilgili buyruklarına göre mi hüküm veriliyor? Kur’an’ın buyrukları yerine laik ceza kanunu  ve Türk Medeni Kanunu’yla hükmolunmuyor mu? Her yurttaşın uymakla yükümlü olduğu kanunlar arasında Kur’an’ın buyruklarına aykırı kanunlar yok mu? Kanunları yapan Büyük Millet Meclisi’nde Müslüman olmayan milletvekilleri de yok mu? Oysa, Kur’an’ın Nisa suresinin 59. ayeti: ‘Ey iman edenler, Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan ulul emre itaat edin’ demiyor mü?

Diyanet Işleri Başkanlığının çıkardığı Kur’an Dili adlı kitapta “müminlerden olmayan ulul emre itaat dince vacip kılınmamıştır” diye bir cümle yok mu?

Bu durum karşısında, Türkiye Cumhuriyetinin laik kanunlarından Kur’an buyruklarına aykırı olanlara Müslüman yurttaşlar uymasınlar mı? Sayın Müftü Halil, Müslüman yurttaşlara böyle bir öğütte bulunabilir mi? Ve kendisi de bu kanunlara uymakla yükümlü değil mi?

Sayın yargıç,

Huzurunuzda da tekrar ediyorum:

Dinin esasları, devletin sosyal düzenine aykırıdır.
Dinin esasları, devletin iktisadi düzenine aykırıdır.
Dinin esasları, devletin siyasal düzenine aykırıdır.
Dinin esasları, devletin hukuk düzenine aykırıdır.

Bu apaçık gerçekleri söylemenin suç olduğunu sananlar, beni değil, Büyük Millet Meclisini suçlamış olurlar. Çünkü, dinin esaslarının bugünkü devletin sosyal, siyasal, iktisadi ve hukuki temel düzenine aykırı olduğunu söyleyen, Büyük Millet Meclisi’nin ta kendisidir.

Evet sayın yargıç,

Ben, öğrencilerime, Kur’an’ın dünya hayatına ilişkin buyrukları eskimiştir, artık bununla iş görülemez, dedim. Çünkü Atatürk devrimine ve bu devrimin temeli olan laiklik ilkesine bağlı yurttaşlar yetiştirmekle görevli bulunan bir felsefe öğretmeninin bu fikrin tersini kabul etmesini ve söylemesini imkansız bulanlardanım.

Sayın yargıç,

Şimdiye kadar söylediklerimi özetliyorum:

Ben, derslerimde öğrencilerime, Atatürk devriminin ilkelerini kavratmak ve onlarla bilim görüşünü aşılamak için bütün gücümle çalıştım. Bu çalışmam sonucunda öğrencilerin din duyguları incinmişse, bunun birinci nedenini dinsel inançlarla bilim arasındaki aykırılıklarda aramak gerekir. Bunun ikinci nedenini de 14 yüzyıl önce konmuş olan dinsel hukuk kuralları ile laik Türkiye Cumhuriyeti’nin laik hukuku arasındaki derin ve kesin aykırılıklarda aramak gerekir.

Laik bir devlette, devlet işleri görülürken bu işlerin dinin esaslarına uygun olup olmadığı hiç araştırılmaz. Söz gelişi, Büyük Millet Meclisi Kur’an’a aykırı kanunlar koymuştur ve koyacaktır. Savcılar, laik kanunların uygulanmasını isterlerken, din kurallarına bağlılıklarını ileri sürmezler.

Yargıçlara gelince: Maide suresinin 44. ayetinde ‘Her kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, onlar kafirdirler’ deniyor. Oysa laik Türk yargıcı Allah’ın indirdiğiyle değil, aslı Italya’dan alınan ve bir çok bakımdan Kur’an’a aykırı olan Türk Ceza Kanunu’yla, gene aslı Isviçre’den alınmış olan Medeni Kanun’la hüküm veriyor.

Sonuç çıkarmayı gerekli görmeden bilinenleri tekrarlıyorum:

Laik Türk yargıcı, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiyor! Halbuki Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir. Öğretmenler için de durum böyledir.

Meclisinde Allah’ın buyruklarına aykırı kanunlar yapılan, mahkemelerinde Kur’an’a aykırı hükümler verilen ve ders kitaplarında Kur’an: Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitap, diye tanımlanan laik bir devlette öğretmenlerin öğrencilerine; Kur’an’ın dünya hayatına ilişkin buyrukları eskimiştir, artık onunla iş görülemez, demeleri suç sayılabilir mi?

Sayın yargıç,

Şimdiye kadarki savunmalarımdan anlaşılıyor ki, bu dava, suçlunun cezasız kalmaması gibi yüksek bir duygudan doğmuş değildir. Bu dava, laiklik ilkesini benimsemeyenlerin yarattığı bir davadır. Bu dava, okulların medreseleşmesini arzulayanların düzenledikleri bir davadır. Bu davada karşınızda yargılanan bir fert değildir. Bu davada cezalandırılması istenen Faik Muzaffer değildir. Bu davada laiklik ilkesinin ta kendisi sanık sandalyesindedir. 20. yüzyılın ortasında, altıncı yüzyılın hayali ve özlemiyle yaşayanlar yanlış kapı çalmışlardır. Laiklik ilkesinin cezalandırılacağı yer, laik Türk Mahkemesi değildir ve olamaz.

Sayın Yargıç,

Bu devrim davasında vereceğiniz kararın ne olacağından hiç kuşkum yoktur. Bunun için kararınızı büyük bir güven ve rahatlık içinde beklemekteyim.”[1]


Bu ilginç savunma, bize Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi temeller üzerine kurulduğunu pek güzel açıklıyor.

Faik Muzaffer Amaç akıllı ve zeki bir insanmış. Kendini yargı önünde aklamak uğruna, rejimin tüm hilelerini bir bir gün yüzüne çıkarmış. Umuyorum, bu savunmadan dönemin yetkilileri oldukça rahatsız olmuşlardır. Çünkü Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların asıl amaçları, yukarıdaki düşünce ve gerçekler olsa da, bunu açıkça halka söylemiyorlardı. Faik Muzaffer Amaç, bunların tüm niyetlerini bütün açıklığıyla gözler önüne sermiş.

Laikliğin dinsizlik demek olmadığını söyleyen çağdaş yobazlar, gerçekte laikliğin, hele hele Türkiye’de uygulanmakta olan laikliğin dinsizlikten başka bir şey olmadığını biliyorlardı. Ama bu baklayı ağızlarından çıkarmak niyetinde değillerdi. Aradan onca zaman geçmesine rağmen hala bunu söylüyorlar, laikliğin din düşmanlığı olmadığını, aksine dini koruma altına aldığını, dinin kutsal bir müessese olarak korunmak gerektiğini belirtiyorlar. Çağdaş laik yobazlar bunları söylüyorlar söylemesine, ama gerçek hiç de öyle değil. Allah, dini, insanlar korunsun ve doğru yolu bulsunlar diye gönderdi, yoksa dini bir kenara bırakıp “sözde” korusunlar diye değil. Eğer dine uyulmayacaksa, neden gönderilsin?

Gerçekte laiklik ilkesi Faik Muzaffer Amaç’ın söyledikleri gibi idi. Ama geniş halk yığınlarından bu gerçekler saklanıyordu. Bu bakımdan Muzaffer öğretmeni ne kadar tebrik etsek azdır. Düzenin gerçek kimliğini, gerçek niyetini gün yüzüne çıkarmış olduğundan ötürü ne kadar kutlasak yine de azdır.

Her ne kadar rejimin kurmayları tarafından laiklik ilkesi Muzaffer öğretmenin tarif ettiği şekliyle ele alınmıyor, takiyye yapılıyor ve gerçekler toplumdan gizlenmeye çalışılıyorsa da, Cumhuriyetin kurulduğu yıldan günümüze kadar geçen dönem içinde, resmi makamların uygulamaları Muzaffer öğretmeni doğruluyordu.

Sağ olasın Muzaffer öğretmen. Eline, diline sağlık…
Sen de olmasan, biz ne yapardık.

Iyi ki doğmuşsun, iyi ki Diyarbakır lisesinde görev yapmışsın.
Ve iyi ki, kimi gafillerin hala inanmakta zorluk çektikleri gerçekleri dile getirmişsin.

Ve iyiki de, bu savunmanı bir kitapçık haline getirmiş, bastırmışsın.

Çünkü biz de senin gibi düşünüyoruz, ama bu düşüncelerimizi senin gibi bir laikin, senin gibi bir devrimcinin, senin gibi çağdaş bir yobazın, senin gibi bir laiklik sevdalısının dilinden duymaya hasret kalmıştık.

Bir oyun oynanıyordu Türkiye’de, bu oyunun kuralları Islam dışı kaidelerle çizilmişti, ama biz bunu söylemeye kalktığımızda, karşımıza senin gibi düşünen, ama senin gibi cesaretli ve yiğit olmayan, korkak ve hilekar insanlar çıkıyordu. Ve onlarla bir türlü anlaşamıyorduk.

Ne iyi ettin de bu savunmayı yaptın.
Ne iyi ettin de bu savunmayı ayetlerle, Islami nasslarla açıkladın.
Ne iyi ettin de laikliğin gerçekte bir din düşmanlığı olduğunu açıkladın.

Eline sağlık olsun…
Diline sağlık olsun…

Bizler ciltler dolusu eserler yazsa idik, seninki gibi bir açıklama getiremezdik.

Senin gibi düşünen insanlar çok az.

Örneğin Uğur Mumcu vardı.

Ama onların hiç birisi senin gibi yürekli değillerdi. Senin gibi ağızlarındaki baklayı mertçe çıkaramıyorlar. Içlerinde bir tek Aziz Nesin vardı senin gibi olan. Dinsiz olduğunu, Allah’a inanmadığını, Kur’an’a inanmadığını söyleyen bir tek o vardı. Gerçi çoğusu Aziz Nesin ve senin gibiler, ama sizler başkasınız.

Sizler mertsiniz…

Takiyye yapmıyor, olduğunuz gibi görünüyorsunuz…

Sizler gibi, bu rejimi tüm açıklığıyla, tüm boyutlarıyla ve gerçek çehresi ile bize anlatan insanlara ne kadar da ihtiyacımız var, bir bilseniz

**********

KAYNAK:

[1] Faik Muzaffer Amaç, Laiklik Ilkesi Sanık Sandalyesinde, Barış Yayınları, Istanbul 1966.

Faik Muzaffer Amaç’ın savunmasında geçen, Kur’an’daki “Kısas” yani katilin hükmü ve hırsızın hükmü hakkında tafsilat için bakınız;

Şeriat hükümleri ve hikmetleri – KISAS (Katilin hükmü) :

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/05/seriat-hukumleri-ve-hikmetleri-kisas-katilin-hukmu/

***

Şeriat hükümleri ve hikmetleri – HIRSIZLIK (Hırsızın hükmü) :

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/14/seriat-hukumleri-ve-hikmetleri-hirsizlik-hirsizin-hukmu/

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:
http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
 
 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. OĞUZHAN HAZAN - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger