Laiklik nedir? Cesur Bir Laikin Agzından Laikligin Gerçek Yüzü


Laiklik nedir? Cesur Bir Laikin Ağzından Laikliğin Gerçek Yüzü

1948 yılında, Diyarbakır’da, Muzaffer Faik Amaç adlı bir öğretmen, öğrencilerine din düşmanlığı yaptığı için veliler tarafından şikayet edilmiş ve bunun üzerine adı geçen öğretmen mahkemeye verilmiş. Suçu ise, derslerinde Allah’ı inkar etmek, Islam’ı hakir görücü konuşmalar yapmak ve Islam dininin değerleriyle alay etmek…

Muzaffer Faik Amaç, çıkarıldığı mahkemede çok enteresan bir savunma yapmış. Savunmasında, Türkiye’deki laikliğin ne anlamlara geldiğini de pek güzel açıklamış. Ilgiyle okuyacağınızı umduğum bu uzun alıntı, Türkiye’de laikliğin ne anlama geldiğini açıklaması açısından oldukça ilginç. Muzaffer Faik Amaç’ın savunması çok daha uzundu, ama biz kısalttık.

Muzaffer Faik Amaç’ın savunması:

“Sayın yargıç,

Öğrencilerin dini duygularına dokunur sözler söyleyerek görevini kötüye kullanmaktan sanık bulunuyorum.


Sayın yargıç,

Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Bunun için Meclis’te Kur’an’a aykırı kanunlar yapılır, mahkemelerinde Allah’ın buyruğuna aykırı yargılar verilir. Böyle bir devlette, din kurullarına bağlılıklarını ne savcılar ileri sürebilir, ne de yargıçlar. Öğretmen için de durum böyledir. Bilimsel görüşü aşılamak ve Atatürk devrimlerine bağlı yurttaşlar yetiştirmekle görevli bulunan öğretmenler, bu kutsal görevlerini yerine getirirlerken ondört asır önce konmuş olan din inançlarını hesaba katmazlar. Bunun tersini arzulayanlar, yirminci yüzyılda ortaçağ kafası taşıyan fosillerdir.

Söz gelişi, Kur’an’da Bakara suresinin 276. ayetinde Allah, faizi haram kılmıştır. Oysa, 2279 sayılı kanun faizden para kazanmak işini düzenlemektedir. Maide suresinin 38. ayetinde, Allah, hırsızlık edenin elini kesin diye buyurmuştur; oysa ceza kanunumuz, bu buyruğa aykırı olarak, hırsızın sadece hapsedilmesi yargısını koymuştur. Bakara suresinin kısas’ı emreden 179. ayeti, laik Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla hükümsüz bırakılmıştır.

Istenirse daha da çoğaltılabilecek olan bu türlü örneklerden açıkça anlaşılmaktadır ki, kanunlarımızın bir çoğunda, Kur’an’ın buyruklarına aykırı yargılar vardır.

Çünkü milletin biricik ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi, Kur’an’ın buyruklarıyla bağlı değildir. Bundan, zorunlu olarak çıkan sonuç şudur: Kanunları yürütmekle görevli olan hükümet de din karşısında tam bir bağımsızlığa sahip bulunmaktadır.

Memurlar, kanunların kendilerine yükledikleri görevleri yapabilmek için dini inançların dışında kalmak zorundadırlar. Söz gelişi, Kur’an’daki buyruklara aykırı laik kanunların uygulanmasını isteyip de kısas ayetinin uygulanmamasını isteyen bir cumhuriyet savcısı, din inançlarının dışına çıkmış sayılmaz mı? Savcı, bir yandan Kur’an’ın buyruklarının bırakılıp ona aykırı olan laik kanunların uygulanmalarını isterken; öte yandan da Kur’an’ın hiç bir ayetinin hiç eskiyemeyeceğini, bu ayetlerin bugün için de yürürlükte olduğunu, yarın için de yürürlükte kalacağını söylerse, bu savcının içtenliğine inanılır mı? Kur’an buyruklarının hiç bir zaman eskimeyeceğine inanan bir kimse, o buyruklar yerine başkalarının konmasını isteyebilir mi? Duruşmalarda şer’i hükümler yerine, laik kanunların uygulanmasını isteyen bir cumhuriyet savcısı, bu isteğiyle kullar eliyle, yapılmış olan kanunların Allah kelamı olan ayetlere üstünlüğünü dolaylı bir şekilde ileri sürmüş ve din duygularını incitmiş sayılmaz mı? Suçluların, Kur’an’ın yargılarına göre değil, laik ceza kanununa göre cezalandırılmalarına karar veren laik Türk yargıcı da yargıçlık görevini yerine getirirken din inançlarına uygun hareket ettiğini ileri sürebilir mi? Din karşısındaki bu bağımsızlık, eğitim kurumları için de zorunludur. Ilk, orta, lise ya da yüksek okullarda ders okutanlar, din inançlarının dışına çıkmadıkça görevlerini yerine getirmiş sayılamazlar.

Ilkokul beşinci sınıf tarih kitabının 203. sayfasında şu cümleler vardır:

‘Eskiden din ile dünya işleri birbirinden ayrı tutulmazdı. Cumhuriyetin en büyük iyiliklerinden biri din ile dünya işlerini biribirinden ayırmış olmasıdır.’

Laik Türk okullarında laiklik ilkesinin pek tabii bir sonucu olarak öğrencilere aşılanan bu fikir gerçek bir Müslümanın din duygalarını incitecektir. Çünkü Islam dini, hem dünyaya, hem ahirete ilişkin buyrukları kapsamaktadır. Oysa ilk okul tarih kitabından aldığımız bu cümlede, dinin dünya hayatına karışmaması gerektiği anlatılmaktadır. Bu cümle ile, Kur’an’ın dünyaya ilişkin buyruklarının bugün artık eskimiş olduğu, uygulanmasının yararlı değil, zararlı olacağı fikri aşılanmış olmuyor mu? Bu fikir bir Müslümanın din duygularını incitmez mi? Tarih kitabının bu cümlesi Kur’an’daki şu ayetlere aykırı değil midir?

‘Yoksa kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmıyor musunuz? Artık bunları işleyenlerin dünya diriliğinde cezası rüsvaylık, kıyamet gününde de azapların en ağırına uğratılmaktır.’

‘Her kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, onlar kafirlerdir.’

Görülüyor ki, bir Müslüman, Kur’an’ı bir bütün olarak almak, onun her buyruğunu kabul etmek zorundadır. Hükümler zamanla değişir anlamına gelen, zaman ile ahkam tagayyur eder, kuralı, Kur’an’da açıkça yazılı olan buyruklar hiç bir zaman değiştirilemez. Kur’an buyruklarının değiştirilemeyeceğini, eskiler, mevridi nasta içtihade mesag yoktur, kuralı ile anlatmışlardır. Kur’an’ın ahirete ilişkin buyruklarını alıp, dünyaya ilişkin buyruklarını hiçe saymak, yani din ile dünya işlerini ayrı tutmak, Islam dininin temel inançlarına aykırıdır. Oysa ilk okul tarih kitabı din ile dünya işlerini ayrı tutmamış olmasını bir gerilik, bunun ayrılmasını da ilerlemek olarak göstermekte ve öğrenciye bu fikri aşılamaktır. Bu fikir, öğrencilerin din duygularını kötülemez mi? Atatürk devrimini ve hele laiklik ilkesini değerlendirmek için bu türlü din inançlarının kötülenmesi zorunlu değil midir?

Öğrenci, bir yandan Kur’an’ın buyruklarının kesin doğruluğuna inansın, bu buyrukların hiç bir zaman eskimeyeceğini kabul etsin, Allah kelamı olan Kur’an buyruklarının kullar eliyle değiştirilmeyeceği fikri onda egemen olsun; öte yandan da Kur’an’daki ayetler yerine, şer’i hukuk yerine laik hukuk kurallarının konmasını bir ilerleme olarak nitelendirsin, bu mümkün müdür?

Çelişkisiz düşünen ve düşündüğünü söylemekten kaçınmayan herkes kabul etmek zorundadır ki, ya Kur’an’daki ceza ve hukuk kuralları bugünün ihtiyaçlarına da uygundur ve uygulanmasında yarar vardır; öyleyse şer’i hukuku bırakıp laik hukuku kabul etmekle yanlış bir yol tutulmuştur, ya da Kur’an’ın dünyaya ilişkin buyrukları artık eskimiştir, bugünün ihtiyaçlarına uymamaktadır.

Işte bu ancak ikinci ihtimali kabul edersek, laiklik ilkesini benimsemek mümkün olacaktır.

Her yurttaş bu iki şıktan birini seçmek ve benimsemek zorundadır. Ya Atatürk devrimini benimseyecektir, öyleyse Kur’an’daki dünya ile ilgili ayetlerin artık eskimiş olduğunu ve kullar eliyle yapılan kanunları Allah kelamı ile bu ayetlere üstünlüğünü kabul ve itiraf etmiş, böylece de dini inançlarını kötülemiş bulunacaktır. Ya da Kur’an’ın hiç bir ayetinin hiç bir zaman eskimeyeceğini, kullar eliyle yapılan kanunların hiç bir zaman Allah kelamı olan ayetlerin yerini tutmayacağını söyleyecek ve böyle olunca da Atatürk devriminin temeli olan laiklik ilkesini kötülemiş bulunacaktır.

Hem onu, hem de ötekini kabul etmeye imkan yoktur.

Hırsızlık edenin eli kesilir, ya da kesilmez. Bir üçüncü ihtimali düşünmek mantık bakımından imkansızdır. Hırsızlık edenin elini kesersek, Kur’an’ın buyruğunu yerine getirmiş; ama yüzyıllarca geriye gitmiş oluruz. Hırsızlık edenin elini kesmezsek, kullar eliyle yapılmış olan kanunların Allah kelamından daha yararlı olduğunu dolaylı bir şekilde ileri sürmüş sayılacağımızdan, din inançlarını kötülemiş oluruz.

Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin laik okullarında ders okutan bir felsefe öğretmeninden ne beklenirdi? Eski Konya Millet Vekili ve Şeri’iyye Vekili Mehmed Vehbi efendinin, Hulasatül Beyan fi Tefsiril Kur’an adlı kitabındaki şu satırları öğrencilere okuyup bunların doğruluğunu ileri sürmeğe mi kalkışmalıydı:

‘Kısas ayetinin hükmü bir zamandan beri ihmal olunup katil hakkındaki şer’i cezaya karşı Adliye Ceza Mahkemelerinin katil cinayetini irtikab eden kimseye vermiş oldukları hapis cezasıyla yetinildiğinden hapishaneler taburlar teşkil edeceğinden erbabı cinayetle dolmakta; ve millet de hapishanelerdeki bu insanları beslemeğe mecbur kaldıkları cihetle ayrıca zarara uğramaktadır… Işte bu beyan olunan fenalığın başlıca sebebi, bu ayetin hükmü olan kısasın esasını ihmala ve ecnebi kanunlarından alınan bir takım ahkamla amel edebilmekte bulunulmasıdır.”

Evet, Mehmet Vehbi efendi ve onun gibiler böyle düşünüyor, böyle yazıyorlar. Atatürk rejimine bağlı yurttaşlar yetiştirmekle görevli bulunan laik felsefe öğretmeni de böyle mi düşünmeliydi? O da öğrencilerine böyle mi söylemeliydi?

Beni, Bakanlığa şikayet eden altı tüccar ve onları kışkırtan Diyarbakır Müftüsü Halil’e sorarım:

Kur’an’ın, Maide suresinin 44. ayeti şöyle demiyor mu: ‘Her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kafirlerdir.’

Bugün laik Türk mahkemelerinde Kur’an’ın dünya ile ilgili buyruklarına göre mi hüküm veriliyor? Kur’an’ın buyrukları yerine laik ceza kanunu  ve Türk Medeni Kanunu’yla hükmolunmuyor mu? Her yurttaşın uymakla yükümlü olduğu kanunlar arasında Kur’an’ın buyruklarına aykırı kanunlar yok mu? Kanunları yapan Büyük Millet Meclisi’nde Müslüman olmayan milletvekilleri de yok mu? Oysa, Kur’an’ın Nisa suresinin 59. ayeti: ‘Ey iman edenler, Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan ulul emre itaat edin’ demiyor mü?

Diyanet Işleri Başkanlığının çıkardığı Kur’an Dili adlı kitapta “müminlerden olmayan ulul emre itaat dince vacip kılınmamıştır” diye bir cümle yok mu?

Bu durum karşısında, Türkiye Cumhuriyetinin laik kanunlarından Kur’an buyruklarına aykırı olanlara Müslüman yurttaşlar uymasınlar mı? Sayın Müftü Halil, Müslüman yurttaşlara böyle bir öğütte bulunabilir mi? Ve kendisi de bu kanunlara uymakla yükümlü değil mi?

Sayın yargıç,

Huzurunuzda da tekrar ediyorum:

Dinin esasları, devletin sosyal düzenine aykırıdır.
Dinin esasları, devletin iktisadi düzenine aykırıdır.
Dinin esasları, devletin siyasal düzenine aykırıdır.
Dinin esasları, devletin hukuk düzenine aykırıdır.

Bu apaçık gerçekleri söylemenin suç olduğunu sananlar, beni değil, Büyük Millet Meclisini suçlamış olurlar. Çünkü, dinin esaslarının bugünkü devletin sosyal, siyasal, iktisadi ve hukuki temel düzenine aykırı olduğunu söyleyen, Büyük Millet Meclisi’nin ta kendisidir.

Evet sayın yargıç,

Ben, öğrencilerime, Kur’an’ın dünya hayatına ilişkin buyrukları eskimiştir, artık bununla iş görülemez, dedim. Çünkü Atatürk devrimine ve bu devrimin temeli olan laiklik ilkesine bağlı yurttaşlar yetiştirmekle görevli bulunan bir felsefe öğretmeninin bu fikrin tersini kabul etmesini ve söylemesini imkansız bulanlardanım.

Sayın yargıç,

Şimdiye kadar söylediklerimi özetliyorum:

Ben, derslerimde öğrencilerime, Atatürk devriminin ilkelerini kavratmak ve onlarla bilim görüşünü aşılamak için bütün gücümle çalıştım. Bu çalışmam sonucunda öğrencilerin din duyguları incinmişse, bunun birinci nedenini dinsel inançlarla bilim arasındaki aykırılıklarda aramak gerekir. Bunun ikinci nedenini de 14 yüzyıl önce konmuş olan dinsel hukuk kuralları ile laik Türkiye Cumhuriyeti’nin laik hukuku arasındaki derin ve kesin aykırılıklarda aramak gerekir.

Laik bir devlette, devlet işleri görülürken bu işlerin dinin esaslarına uygun olup olmadığı hiç araştırılmaz. Söz gelişi, Büyük Millet Meclisi Kur’an’a aykırı kanunlar koymuştur ve koyacaktır. Savcılar, laik kanunların uygulanmasını isterlerken, din kurallarına bağlılıklarını ileri sürmezler.

Yargıçlara gelince: Maide suresinin 44. ayetinde ‘Her kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, onlar kafirdirler’ deniyor. Oysa laik Türk yargıcı Allah’ın indirdiğiyle değil, aslı Italya’dan alınan ve bir çok bakımdan Kur’an’a aykırı olan Türk Ceza Kanunu’yla, gene aslı Isviçre’den alınmış olan Medeni Kanun’la hüküm veriyor.

Sonuç çıkarmayı gerekli görmeden bilinenleri tekrarlıyorum:

Laik Türk yargıcı, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiyor! Halbuki Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir. Öğretmenler için de durum böyledir.

Meclisinde Allah’ın buyruklarına aykırı kanunlar yapılan, mahkemelerinde Kur’an’a aykırı hükümler verilen ve ders kitaplarında Kur’an: Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitap, diye tanımlanan laik bir devlette öğretmenlerin öğrencilerine; Kur’an’ın dünya hayatına ilişkin buyrukları eskimiştir, artık onunla iş görülemez, demeleri suç sayılabilir mi?

Sayın yargıç,

Şimdiye kadarki savunmalarımdan anlaşılıyor ki, bu dava, suçlunun cezasız kalmaması gibi yüksek bir duygudan doğmuş değildir. Bu dava, laiklik ilkesini benimsemeyenlerin yarattığı bir davadır. Bu dava, okulların medreseleşmesini arzulayanların düzenledikleri bir davadır. Bu davada karşınızda yargılanan bir fert değildir. Bu davada cezalandırılması istenen Faik Muzaffer değildir. Bu davada laiklik ilkesinin ta kendisi sanık sandalyesindedir. 20. yüzyılın ortasında, altıncı yüzyılın hayali ve özlemiyle yaşayanlar yanlış kapı çalmışlardır. Laiklik ilkesinin cezalandırılacağı yer, laik Türk Mahkemesi değildir ve olamaz.

Sayın Yargıç,

Bu devrim davasında vereceğiniz kararın ne olacağından hiç kuşkum yoktur. Bunun için kararınızı büyük bir güven ve rahatlık içinde beklemekteyim.”[1]


Bu ilginç savunma, bize Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi temeller üzerine kurulduğunu pek güzel açıklıyor.

Faik Muzaffer Amaç akıllı ve zeki bir insanmış. Kendini yargı önünde aklamak uğruna, rejimin tüm hilelerini bir bir gün yüzüne çıkarmış. Umuyorum, bu savunmadan dönemin yetkilileri oldukça rahatsız olmuşlardır. Çünkü Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların asıl amaçları, yukarıdaki düşünce ve gerçekler olsa da, bunu açıkça halka söylemiyorlardı. Faik Muzaffer Amaç, bunların tüm niyetlerini bütün açıklığıyla gözler önüne sermiş.

Laikliğin dinsizlik demek olmadığını söyleyen çağdaş yobazlar, gerçekte laikliğin, hele hele Türkiye’de uygulanmakta olan laikliğin dinsizlikten başka bir şey olmadığını biliyorlardı. Ama bu baklayı ağızlarından çıkarmak niyetinde değillerdi. Aradan onca zaman geçmesine rağmen hala bunu söylüyorlar, laikliğin din düşmanlığı olmadığını, aksine dini koruma altına aldığını, dinin kutsal bir müessese olarak korunmak gerektiğini belirtiyorlar. Çağdaş laik yobazlar bunları söylüyorlar söylemesine, ama gerçek hiç de öyle değil. Allah, dini, insanlar korunsun ve doğru yolu bulsunlar diye gönderdi, yoksa dini bir kenara bırakıp “sözde” korusunlar diye değil. Eğer dine uyulmayacaksa, neden gönderilsin?

Gerçekte laiklik ilkesi Faik Muzaffer Amaç’ın söyledikleri gibi idi. Ama geniş halk yığınlarından bu gerçekler saklanıyordu. Bu bakımdan Muzaffer öğretmeni ne kadar tebrik etsek azdır. Düzenin gerçek kimliğini, gerçek niyetini gün yüzüne çıkarmış olduğundan ötürü ne kadar kutlasak yine de azdır.

Her ne kadar rejimin kurmayları tarafından laiklik ilkesi Muzaffer öğretmenin tarif ettiği şekliyle ele alınmıyor, takiyye yapılıyor ve gerçekler toplumdan gizlenmeye çalışılıyorsa da, Cumhuriyetin kurulduğu yıldan günümüze kadar geçen dönem içinde, resmi makamların uygulamaları Muzaffer öğretmeni doğruluyordu.

Sağ olasın Muzaffer öğretmen. Eline, diline sağlık…
Sen de olmasan, biz ne yapardık.

Iyi ki doğmuşsun, iyi ki Diyarbakır lisesinde görev yapmışsın.
Ve iyi ki, kimi gafillerin hala inanmakta zorluk çektikleri gerçekleri dile getirmişsin.

Ve iyiki de, bu savunmanı bir kitapçık haline getirmiş, bastırmışsın.

Çünkü biz de senin gibi düşünüyoruz, ama bu düşüncelerimizi senin gibi bir laikin, senin gibi bir devrimcinin, senin gibi çağdaş bir yobazın, senin gibi bir laiklik sevdalısının dilinden duymaya hasret kalmıştık.

Bir oyun oynanıyordu Türkiye’de, bu oyunun kuralları Islam dışı kaidelerle çizilmişti, ama biz bunu söylemeye kalktığımızda, karşımıza senin gibi düşünen, ama senin gibi cesaretli ve yiğit olmayan, korkak ve hilekar insanlar çıkıyordu. Ve onlarla bir türlü anlaşamıyorduk.

Ne iyi ettin de bu savunmayı yaptın.
Ne iyi ettin de bu savunmayı ayetlerle, Islami nasslarla açıkladın.
Ne iyi ettin de laikliğin gerçekte bir din düşmanlığı olduğunu açıkladın.

Eline sağlık olsun…
Diline sağlık olsun…

Bizler ciltler dolusu eserler yazsa idik, seninki gibi bir açıklama getiremezdik.

Senin gibi düşünen insanlar çok az.

Örneğin Uğur Mumcu vardı.

Ama onların hiç birisi senin gibi yürekli değillerdi. Senin gibi ağızlarındaki baklayı mertçe çıkaramıyorlar. Içlerinde bir tek Aziz Nesin vardı senin gibi olan. Dinsiz olduğunu, Allah’a inanmadığını, Kur’an’a inanmadığını söyleyen bir tek o vardı. Gerçi çoğusu Aziz Nesin ve senin gibiler, ama sizler başkasınız.

Sizler mertsiniz…

Takiyye yapmıyor, olduğunuz gibi görünüyorsunuz…

Sizler gibi, bu rejimi tüm açıklığıyla, tüm boyutlarıyla ve gerçek çehresi ile bize anlatan insanlara ne kadar da ihtiyacımız var, bir bilseniz

**********

KAYNAK:

[1] Faik Muzaffer Amaç, Laiklik Ilkesi Sanık Sandalyesinde, Barış Yayınları, Istanbul 1966.

Faik Muzaffer Amaç’ın savunmasında geçen, Kur’an’daki “Kısas” yani katilin hükmü ve hırsızın hükmü hakkında tafsilat için bakınız;

Şeriat hükümleri ve hikmetleri – KISAS (Katilin hükmü) :

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/05/seriat-hukumleri-ve-hikmetleri-kisas-katilin-hukmu/

***

Şeriat hükümleri ve hikmetleri – HIRSIZLIK (Hırsızın hükmü) :

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/14/seriat-hukumleri-ve-hikmetleri-hirsizlik-hirsizin-hukmu/

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:
http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
Share this article :
 

Yorum Gönder

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. OĞUZHAN HAZAN - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger