Ne garip, dünyada cennetler çeşit çeşittir, ama cehennemler hep aynı. Sağlıksız bir toplumda ise evler olağanüstüdür; şehirler sıradan hatta çirkin. Kapitalizm Yanlıştır ve Kötüdür. Neden?
Çünkü efendilerinin bile neşesini kurutmuştur. Efendiler, patronlar ve zenginler emirlerinde çalıştırdıkları iş kölelerinden daha sefil bir hayatın içindedirler. Neden?
Gerçekten çok şanslıyım, çünkü mutsuzluğumu bedavaya getiriyorum.
Gerçek fakirler fakirliklerinin çilelerine, zenginlerin zenginliklerinin çilelerine katlandıklarından daha iyi katlanırlar.
Fakirliğe katlanmak daha kolay olmalı - bakıyorum milyonlarca insan her gün sabah yedi akşam yedi sessiz sedasız katlanıyor.
Zenginliğe katlanmak ise çok daha meşakkatlidir - haftada bir seans psikoterapi, iki seans aerobik...
Gelen yüzyıllarda sistemi yaşatacak olanlar ekonomistler ve sosyologlar değil kimyagerler ve psikiyatristler olacak.
Daha mutlu olmak mı?
Ne çok şey istiyorsunuz yahu ? Daha da mutsuz olmanızı nasıl engelleriz sistem için bütün mesele budur. Devrim mi? Hadi canım. Laroxyl, Tofranyl, Diazem ve Lithium Xanax, Prozac, Seroksat ve Valium Bunlar “Kötü”ye daha rahat uyum sağlayabilmeniz için sistemin ürettiği meşru uyuşturuculardır. Beyin kimyanızın ince ayarı tamam olup düz bir çizgiye gelince de, biraz Ecstasy ile çizgiyi aşıp neşeleneceksiniz. Sistemin size verdiği tek şans budur.
İnsanlığın kurtuluşu Daha kapsamlı hapların elinden geçecek.
yaşamak için çalışmak ?
Bugün birçok insanın hemen hiç farkında olmadıkları gerçek, çalışmak zorunda bırakıldıkları gerçeğidir. Çoğunlukla Haftanın 6 günü - sabah yedi akşam yedi - üretmeli ve ürettikleri hiçbir işe yaramayan hırdavatı emeklerinin karşılığında aldıkları ücretlerle yine kendileri tüketmelidir. Kapitalist işadamları da, Marksistler de aynı evrensel Tanrı’ya taparlar: ÇALIŞMAK. Bu iki zihniyetin tarikatları biraz farklıdır sadece. Marksistin tarikatı üretimdir; işadamınınki ise tüketim. Enayilerin sadece bir kısmı çok çalışırlar. Ama bütün enayiler çalışkanlığı överler. Çalışmadan bir hak gibi bahsedilmesi ve bunun anayasalara girmesi ne garip!
Yaşamak, çalışmak değildir. Sakatsanız sürüklenerek, emekleyerek de bir yerlere varabilirsiniz. Ama vah vah size! Yaşamanın amacı bir yerlere varmak değil ki. Ya ne?
Takla atmak, yuvarlanmak, kanatlanmak, dans etmek...
Kendinden geçmek, içine gömülmek...
Durmak Ve düşünmek.
Çalışarak hayatını sürdürmek zorunda.
Vah vah! Kör talih.
Yaşamak ara sıra eziyetli bir hayattır doğrusu. Çalışmak ise her zaman hayatsız bir eziyettir. Üniversite mezunu bir genç, iş hayatına başlamadan önce fal baktırmaya gitmiş. “On beş sene eziyet çekeceksin çocuğum,” demiş falcı. “Ya sonra? Ya sonra?” diye ümitlenmiş çocuk. “Sonra” demiş, “Alışıyorsun.”
Fiziksel olarak en pis işlerde çalışanlara en düşük ücretleri öderiz, ruhen en pis işlerde çalışanlara ise en yüksek...
Para, sokağa atılacak kadar değersiz bir şey değildir. Ama çalışarak kazanılacak kadar da değerli hiç değildir. Para; güvenlik, konfor, özgürlük ve mutluluk getirir. Ama ne fakirlerin hayal ettikleri, ne de zenginlerin uğrunda harcadıkları kadar. Çalışmakla gönlünüz ve ruhunuz hiçbir şey kazanamayacak. Tam tersine avucundaki beleş hediyeleri yitirecek. Dünya tarihi; daha rahat edebilmek için icat ettiklerimizin başımıza açtıkları belalardan kurtulmak için, icat etmek zorunda kaldıklarımızın bizleri daha da rahatsız etmelerinin tarihidir.
İlk çare ilk beladır
“Gerekmedikçe yapma.”
Çalışan milyonların kendilerine sormadıkları veya sormaya cesaret edemedikleri büyük soru şudur: Zamanımızın hemen hepsini, bedenimizin önemli bir kısmını, duygularımızın ve düşüncelerimizin neredeyse yarısını elden çıkartarak kazandığımız tam olarak nedir? Çalışkanlar, akıllı tüccarlar gibi düşünseler çalışmaktan vazgeçebilirlerdi. Çünkü akıllı tüccarlar, ellerindeki iyi bir şeyi ancak daha değerli bir başkası için elden çıkartırlar.
Çalışkanlar mı? Olağanüstü güzel bir tabloyu yakarak ısınmaya çalışan aptallardır. İnsanlar iki guruba ayrılır: Yaşamak için çalışmak gerektiğini sananlar ve yaşayanlar. Yaşamak için çalışanlar demedik, yaşamak için çalışmak gerektiğini sananlar dedik. Çünkü böyle bir sefalete insanı ancak sorgusuz sualsiz kabul edilmiş önyargılar ve boş inançlar düşürür. Çalışmak bir Kuzey Avrupa protestan ahlakıdır, Güneydoğu Akdeniz topraklarında doğal olarak yetişen ise keyiftir.
Var mı İngilizce’de Keyif? - bütün mana ve işaretleri ile ama - ?
Evet bu iş belki de bir coğrafya ve iklim işidir...
Marksistçe ifade edersek: çalışmak kültürü, bir kültür emperyalizminden başka bir şey değildir.
Çalışmak, en kötü cinsinden bir köleliktir. Sefilliktir. Büyük talihsizliktir. Ayak, el ve beyin takımının işidir. Gönül, kalp ve ruh ehlinin değil.
Eskiden sadece çalışırken zamanımızı çalanlar, artık boş zamanımız için de rekabet halindeler...
- Sinemaya mı gitsek, diskoya mı?
- Yoksa ucuz bir turla İtalya’ya mı?
Çünkü sırtını bir ağaca dayayıp yüzünü güneşe çevirmek Kapitalizme baş kaldırmaktır. Uzanıp çimenlere bulutları seyretmek, kurulu düzene karşı en tehlikeli isyandır. Herkes böyle beleşe kafa dinlerse Kapitalizm çöker. Uzanıp çimenlere bulutları seyretmek, kurulu düzene karşı en tehlikeli isyandır.
Herkes böyle beleşe kafa dinlerse Kapitalizm çöker. Kapitalizm, işte bu yüzden keser mülkiyetini birilerine devredip gölgesini satamayacağı her ağacı kestirir. Ne yapsak çalışanların dünyasından ayrılamayız artık. Dinlenirken ve eğlenirken bizler tüketiyoruz başkaları çalışıyor ve üretiyorlar.
Hayatın Anlamı nedir diye...
Doğuya gittim - Eziyettir, selametin için “çalış” dediler.
Batıya gittim - Çalışmaktır, selametin için “çek” dediler.
Peki en Büyük Öğretmenler ne diyorlar?
Doğa ne diyor en önce? - Acıdan kaç.
İksirler ne diyor? - Hazza koş.
Müzik ne diyor? - İşte haz.
Aşk ne diyor? - Gel.
Biz post-modernler ise günde on saat çalışarak iki yakamızı ancak ucu ucuna getirebiliyoruz.
Aynı avcı obalar sekiz saat yıldızların altında uyuduktan sonra günün geri kalan on dört saatinde yaşarlar. Bizler ise bize kaldığı söylenen günün sekiz saatini şöyle kullanırız: İki saati trafik.
Bir saati alışveriş. Bir saati mecburi telefonlar. Bir saati ev işleri, bulaşık, çamaşır.
Bir saati temizlik, traş ve duş. İki saati televizyon.
Ne ilerleme ama! Kapitalist iş adamları ve onların köle ruhlu profesörleri, boş zamanınızı işten arta kalan zamanınız olarak hesaplarlar. Onlara göre gün yirmi dört saattir. Demek ki sekiz saati uyku, sekiz saati iş, sekiz saati ise boş zamandır. Halbuki gerçekten yapmak istediklerinize gerçekten ayırdığınız zamanları alt alta sıralayıp, toplayın; elinizde, avucunuzda pek bir şey kalmadığını göreceksiniz. Bir de kalkmış insanlığın görüp geçirdiklerine “ilerleme” diyorlar. Bu çağda her yere çok hızlı ulaşabildiğimiz söyleniyor. Ne yalan ! Hiçbir çağda,
evet tarihte hiçbir çağda ömrümüzün bu kadar büyük bir bölümünü yollarda geçirmemiştik.
Her Yeni Yüzyıl çağdaşlarını yepyeni bir ilerleme yalanıyla kandırır. Üç, dört bin sene sonrasının yıkıntılarını hayal etmek beni yatıştırıyor. Otoyol kalıntılarından yeşermiş dümdüz çayırlarda dört nala at koşmak. Selamet, böyle bir ilerleme hayalinde olmasın? Öyle akıllı öyle akıllı bir bilgisayar yapmışlar ki, bir insan kadar aptal olabiliyormuş.
TÜKET. ÇABUK ÖL. DÜNYA ÇOK KALABALIK.
Bu yüzyılın başında vatan ve millet için ölüyorduk şimdi ise ilerleme, kalkınma, üretim, tüketim ve başarı putları için akıl almaz bir acele ve telaş içinde çalışıyoruz. Yirminci yüzyılın ilk yarısı pisipisine ölmekle geçti. İkinci yarısı ise boşu boşuna çalışmakla. Yaşamak mı? Hayır. Önce çalışmak. Sonra? Başarmak. Yirminci Yüzyılda Akıl delirdi. Gelen yüzyıllarda ise delilik akıllanır mı bilinmez. Gürültülü bir yüzyıldı doğrusu yirminci yüzyıl. Bir didinme ve koşuşturma içinde geçti. Vatan, millet ve ırk dedi kimileri. Medeniyet, İlerleme ve Refah dedi öbürleri. Hak, Hukuk ve Özgürlükler derken bir hay - huydur, itiş - kakıştır bitti. Gelen yüzyıl ise bir yorgunluk ve can sıkıntısı çağı olacak. İlaçlar, uyuşturucular ve iksirlerle ayakta durabileceğiz ancak. Ondan sonra başlayacak Büyük İsyan çağları. Eski çağlarda açlık ve esaret isyanlara sebep olurdu.
Modern çağlarda milliyetçilik ve sosyalizm. Gelen dünyada ise can sıkıntısı.
Eski : Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik
Yeni : Servet, Şöhret, Şehvet
Bu Şehir Nasıl Kurtulur?
Daha çok sinema, opera, metro, kongre sarayı, alışveriş merkezi, park ve yeşil alanlar değil. Sizi neşelendiren, coşturan kimyaları uyuşturucu diyerek yasaklıyorsunuz. Sizi uyuşturarak sakinleştiren kimyaları ise şifa niyetine avuç avuç almaktan çekinmiyorsunuz. Mutsuzluğunuzu azaltırsa bu bir ilaçtır. Mutluluğunuzu arttırırsa uyuşturucu. Din kitlelerin uyuşturucusudur,”derdi geçen yüzyılın bir büyük Bilgesi. Bu geçti. Gelen yüzyılda uyuşturucular kitlelerin dini (haşa) olacak Sabahın onunda bir Ecstasy klübünün dağılışım yaşamamış olanlar, bu son on yılın neden bütün diğer asır sonlarının Sefatlerinden daha sefil olduğunu hiç anlamayacaklar.
Orgy anaforları, çıplaklık nümayişleri ve Şeytan tezahüratları mı? Pagan ayinleri, şaman tantanaları, Mahşer manzaraları mı?
Tarihte Özgürlük ve İlerleme kadar büyük başka yalanlar da var mıdır acaba?
Vardır: Hafıza-i beşer. Hiçbir şey yapmamaya başlamak kendinle baş başa kalmaktır ve herkesin kendi canını en çok sıkan bizzat kendisidir. Oynamak hiçbir şey yapmamaktır. Keyifli olan da oynamaktır, oyalanmak değil. Ne istediğini bilen bir aylak, ne için çalıştığını bilmeyen bir çalışkandan daha çok şey yapar, yaşar, yaratır. Dünyada çabasız, emeksiz ve telaşsız elde edilemeyecek hiçbir lezzet yoktur. Bütün aylaklar bunun sırrını bilirler. Çalışanlar boşuna çalışmaktadırlar. Ellerini uzatsalar alabilecekleri yakınlıktadır her şey beleşi elimizin altındayken en zoru ve en pahalısı için çabalarız. Neden mi bu enayilik? Enayilik değil de ondan. Korku. İstediğimizi elde edince ne yapacağımızı bilememenin korkusu. İnsanlık on bin yıldır işte bu yüzden ilerliyor. Bütün zenginler de işte bu yüzden daha da zengin olmak istiyorlar.
Yat aşağı. Bulutları seyret. Hiçbir şey yapma. Her şey olmanın sırrı işte bu. Ama illa bir şeyler yapacaksan, hiç olmazsa önüne geleni elinden geldiği kadar yap. O kadar. İnsan ömrü otuz bin gün sermaye ile sınırlandırılmıştır. Bunu altmış bin güne çıkarmaya çalışıyormuş bilim adamları. Keşke on beş bin güne indirebilseler ömrü, ama dünyayı ve ruhumuzu değiştirebilseler. Sürat, yaşamın her lezzetini bilinçaltlarında biran evvel bitirmek isteyenlerin tutkusudur. Can sıkıcı, bomboş ve sıradan bir ruh her zaman oradan oraya süratle koşuşturan bir vücudun arkasına saklanır.
Liyakat gitti, mülâkat geldi.
Çok yalan söylediler bize, ama herhalde en çirkini “birbirinizin üstüne basa basa yükseleceksiniz”di. Bize özel olduğumuz, yetenekli olduğumuz, başkalarından daha iyisine layık olduğumuz söylendi ve başarımızın ölçütü hep aynıydı: Yanı başımızdakinden, sınıf arkadaşımızdan, sınıfdaşımızdan daha fazlasını yapmak. Evet, iyi bir üniversitenin gözde bir bölümünden diploma almış olabilirdik ama yetmezdi. Bunun için durmaksızın koşturmaya devam ettik: Dil kursları, MBA programları, şirket tarafından verilen “sertifikalandırılmış” hafta sonu eğitimleri, kişisel gelişim kitapları…
Hayatımızın bize ait olan ve uyumaya ayırmak zorunda olmadığımız saatlerinin hepsini, hayatımızın adına “mesai” denen, patronumuza satacağımız saatlerini daha nitelikli kılmak için harcadık. Bütün bu çılgınlığın adı kariyerdi ve kendimizi buna vakfettikçe, CV’mizden ibaret bir şeye dönüştük. “Kariyer basamakları”nı tırmandıkça, Aragon’un o güzel şiirinde “hiçbir yere ulaşmayan merdiven”e benzettiği yalnız insanın elli ayaklı, vücuda gelmiş hali olduk. Bununla da kalmadı,kalamazdı zira sakallı bilgenin dediği gibi: “İnsanoğlunun bugüne kadarki koşullarının ahlaksızlığının doruğu rekabettir” Hal böyle olunca her türlü ofis komplosu, dedikodu, ispiyonculuk vb. alçaklıklar biz yapmasak da hayatımızın olağan, yadırgamadığımız bir parçasına dönüştü. Kariyer basamaklarını hepimizden hızlı tırmanan bazı arkadaşlarımız kendi merdivenlerinin sonundan atlayıp boğaza ya da betona çakıldığında üzüldük kuşkusuz, ama çoğumuz da normal karşıladık. Hayatımızın sadece mesai saatlerini değil tamamını tepe tepe kullansın da kâr etsin diye patronlarımıza böyle teslim ettik. Kariyer yalanlarına kanarak ama bir yerden sonra kendi aklımızla, ellerimizle, bile isteye... İşveren sizinle ilgili her türlü bilgiye cv'niz ile ulaşabilirken siz işverenle ilgili bilgilere ulaşamıyorsunuz adil mi ?
Yorum Gönder